~Gökçe'nin anlatımından~
Karşımda ki manzaraya ölsem de doyamazdım sanırım. Gerçi izlerken de ölüyordum ya neyse. Derin bir iç çektim yerimde süzüm süzüm süzülürken. Bu kadar yakışıklı olması hak değildi ya... Yapay bir kınama belirdi yüzümde. Diğer erkeklere haksızlık etmen çok yanlış, Yaman Hocam.
Gözlerim defterim ve onun arasında gidip gelirken gülümsedim. Yaman Hoca'nın etütün sessizliğini sağlamak için orta da dolanan şahsını izledikçe eriyip eriyip katılaşıyordum. Bunun başkaları tarafından farkedilmesini istemezdim. Gerçi hatırı sayılır bir sayıda yurdun bir kısmı biliyordu ama bu sorun değildi. Sonuçta on beş, yirmi kişiden bir şey olmazdı.
"Kalkmayacak mısın artık?" diyen Sude'nin sesiyle alttan alttan kesiyim derken daldığım bu manzaradan çevirdim bakışlarımı. Sude eşyalarını toplamış etütten çıkmaya hazırlanıyor gibiydi. "Ben yukarı çıkıyorum."
Oha yani. Saat o kadar ilerlemiş miydi yani? Çünkü Sude etütte tek tük kişi kalana kadar çalışırdı. Şimdi çıkıyorsa saat rahat on biri bulmuştur. Defterimin yanında ki telefonumu açtım.
23.11
E tabii. Ben de ara ara bu saate kadar çalışırdım tabii. O araların Yaman Hoca'nın yurtta belletmen olduğu günler olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Ciddi ciddi yüzüm düştü. "Gidiyor musun gerçekten?" diye saçma sapan bir soru sordum hatta. E gidiyordu tabii. Boşuna mı takmıştı çantayı koluna?
Ciddiliğini bozmayacak şekilde gülümsedi hafifçe. Bu kız da etüt sınırları içinde çok ciddiydi canım. Etütün hayvanat bahçesine dönüşmemesi için birileri bu görevi üstlenirdi ama bazen bu sınırlar içinde Ebru'yla orangutana dönüştüğümüzü inkar edemezdim tabii. Siz buna takılmayın ama. "Evet. Çıkıyorum. Sen gelmiyor musun?" Sonra hafifçe kafasını çevirip sadece ders çalıştığı zaman taktığı gözlükleri altından Yaman Hoca'ya kısaca baktı. "Gerçi şuan bu imkansız gibi görünüyor ama?"
Gülümsedim. Nasılda tanıyor beni. "Birazdan gelirim ben. Manzaramı bozamam şimdi," dedim Yaman Hoca'ya kaçamak bakışlar atarak. " Etütte dağılır zaten birazdan. Son ana kadar buradayım."
"İyi o zaman. Gidiyorum ben," dedi ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Tam tekrar manzarama dalıyordum ki bir kaç adım sonra dönüp durdu ve muzipçe gülümsedi. "Çabuk gel. Ebru'yla tek başıma dalga geçmek keyifli olmuyor."
Gülüşü hemen bana yansıdı. "Tamam. Çabuk olurum. Sende sakın çok fazla dalga geçme ama. Beni de bekle."
Kafasını sallayıp tekrar geri döndü. Allah senden razı olsun rüya aleminde ki Erdal Hoca...
Dakikalar ilerlerken gül bahçemde gezinmeye devam etti gözlerim. Ta ki Yaman Hoca içime kor ateşler düşürüp etütten çıkana kadar. Bağrım mı yanıyordu ne? Yanık kokusu falan alıyorsanız o koku benden geliyor. Zira yere yığıla yığıla ağlamamam için gözyaşlarımı içime akıtıyordum. Gül bahçem alev almıştı.
Zaten etüt sayıca bir hayli azalmıştı. E Ebru'yla dalga geçmemiz gereken önemli hususlar da vardı birde tabii. Çalışacak bir şeyimde kalmamıştı. Yaman Hoca'da gitmişti madem. O zaman acımı kalbime gömüp yukarı çıkmaktan başka çarem kalmamıştı. Üzgünüm...
Sıkıntılı bir nefes verdim. Eşyalarımı çantama koyarken, "Niye gittin iki gözümün çiçeği?" diye mırıldanmaya başladım kendi kendime. "Sen gül bahçemsin. En nadide gülümsün. Bense o bahçenin korkuluğu..." Derin bir nefes verdim bir kez daha. Acım vardı, depresyonluktum. Yurdun ortasında isyaaaaannn diye bağırmam gereken konular vardı. "Ne güzel izliyordum seni gül bahçem. Neden bu nacizane korkuluğun başını eğdin üzüntüden? Neden?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÜÇ GÜNAHSIZ CAN
AdventureOnlar üç arkadaştı. Üç günahsız can... Sarı Sude. En asileriydi... Sude: Bomba olup patlayasım geldi hağ. Iska Ebru. En delikanlılarıydı... Ebru: Nasıl koşuyorum ben ayoğl. Yanık Gökçe. En sakinleriydi... Gökçe: Eeğ ben sakinim.