1

4 0 0
                                    


***

Soğuk bir kış günüydü. Küçük kasabanın dar sokakları, gece boyu sessizliğin kucağındaydı. Birkaç hafta öncesine kadar bu sessizliği huzurla bağdaştıran kasaba halkı, şimdi bu sessizliğin korkusunun pençesindeydi.

Tam üç hafta önce şehir derin bir karanlığa bürünmeye başladığı vakitlerde, caddenin sonundaki terk edilmiş evlerin birinden boğuk bir çığlık duyuldu. O saatlerde çoktan evlerine çekilmiş olan kasaba halkı bu çığlığı işitememişti.

Kasabanın birkaç kilometre ötesinde, şehre giden yol üzerinde yabancıların uğrak mekanı olan bir bar vardı. Gün aydınlanmaya başlıyordu. Müzik sesinin yavaş yavaş kısılmaya başladığı, sarhoş insanların sokaklara savrulup rastgele taksilere bindiği vakitlerdi. O sırada barın alt katındaki odasında, siyah deri koltuğa uzanmış Mert, abisini bekliyordu. Saatler önce bir hesap için kasabanın içerisindeki hotele giden Agâh, gün ışımasına rağmen hâla gelmemişti.

Bu barın arka tarafında, ormanın derinliklerinde ise bir baba ve kızı yaşamaktaydı. Genç kızın annesi, o henüz 8 yaşındayken öldürülmüştü. Cansız bedeni 3 gün sonra, kasabanın ardındaki derenin kıyısına vurmuştu. Üstelik bu bedeni, genç kız bulmuştu.

Elindeki ince çalıyla ıslak toprağı eşeleyip oyun oynarken, suyun içerisinden bir elin dışarıya doğru dere suyuyla kıpırdandığını görmüştü. Birkaç dakika sonra da çekilen dere suyuyla birlikte annesinin yüzü ortaya çıktı. Bembeyazdı, dudakları morarmış, göz kapakları şişmişti. Yumuk yumuk olan gözleri yüzünde seçilemeyecek kadar belirsizdi. Uzun, siyah saçları kara yılanlar gibi suda süzülüyor, suratına çarpıp geri dönüyordu.

Genç kızın annesine benzemesinin en büyük sebebi de buydu. Uzun, siyah saçları.

Beyaz, soluk teniyle yakından bakılsa dâhi dirilmiş bir ölü gibiydi. Vücudundaki damarların mor mavi rengi beyaz teninin heryerinden gözüküyor, vücudunu renklendiriyordu. Kendinde güzel gördüğü tek yeri gözleriydi. Bir ceylanı andıran yeşil gözleri.

Babası ise yaşarken annesine yaşattığı eziyeti şimdi kızına yaşatıyordu. Alkoliğin tekiydi. Çalışmıyordu. Bazen gider, günlerce uğramazdı. Kızının yetiştirdiği meyve sebzelerden kazandığı parayı elinden alırdı. Gerçi Mâhi buna bir çözüm bulmuştu. Kazandığı paranın bir kısmını iyice sarıp ormanın ortasında bir ağaç kovuğuna saklıyordu. Babasının tüm evi arayacağını bildiğinden bunun iyi bir çözüm olduğunu düşünmüştü. Evlerinin arka bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri ve annesinden kalma meyve ağaçlarını topluyor, organik ürünler satın alan şehirli insanlara gönderiyordu. Buradan kazandığı para, geçinmesi için yeterliydi.

Gün yeni ışımaya başladığı vakitlerde Mâhi uyanmış, kapıdaki köpeği şanslıyı beslemiş, yetiştirdiği sebzeleri toplamış kahvaltı yapıyordu. Babası yine birkaç gündür ortalıkta yoktu. Bugün kasaba merkezine gidip biraz alışveriş yapacaktı. Kahvaltısını yapıp, üzerini değiştirdi. Nemli ve çamurlu yoldan ormanın ortasına doğru yürümeye koyuldu. Ağaç kovuğuna koyduğu parasını alacaktı.

Neredeyse kırklı yaşlarının ortasında olan, kır saçlı adamın suratına bir yumruk daha geçirdi Agâh.

" Ben sana bu kasabaya uyuşturucu sokmayacaksın demedim mi lan!"

Öfkeyle kaşlarını çatıyordu.

" O zıkkımı satmana bir şey demiyoruz tamam! Ama şehirde kendi isteğiyle bu boku içmek isteyenlere satacaksın. Kasabalı çoluk çocuğa değil!"

Adam, sadece alaycı bir bakış atmakla yetindi. Agâh, adamı gömleğinin yakasından kaldırıp sürükleyerek dışarı çıkardı. Arabanın arka kapısını açıp içeri fırlattı. Adamlarından Serhat da, elinde bir tabancayla arka koltuğa yerleşti. Sürücü koltuğa yerleşen Agâh, ıssız ve yağmurlu asfaltta ilerlemeye başladı.

Siyah kargaların ardındanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin