Ölüm, onlar için henüz anlamını bile bilmedikleri bir kavramdı. Küçücük yaşlarına rağmen, kardeşlerini kaybetmek onların da başına gelmeyecekti diye düşündüler. Belki yaşamak ve yaşamın sonu olan ölüm arasında bir bağ vardı, bilemezlerdi. Aralarındaki güçlü bağ, bazen gülümsemelerine yetmedi, hüzün yer etti kalplerine. Hep birlikte, tek yürek olmuşlardı. Her nefes aldıklarında, duaları kardeşleri içindi... Duyguların ne kadar derin olduğunu hissedebilmek yetmezdi...
Güneş, doğuşunu hafifçe belli ederken, ışığıyla umut vermeye çalışıyordu. O an, belki de hiç bu günü yaşamasalardı diye iç geçirdiler. Yorgunluktan çok yıpranmışlardı, kazı kurtarma ekipleri ve ambulanslar gelene kadar enkazı kazmaktan asla vazgeçmediler. Aileler, çocuklarını sakinleştirmek için enkazın dışına çıkarmak istediler, ama çocuklar sanki delirmiş gibi bağırmaya ve ağlamaya devam ettiler. Bu acı dolu anları düşündükçe yürekleri nefes aldırmamıştı. Yine seslendiler,
"Biz burada bırakmayacağız kardeşlerimizi!"
"Buradan ayrılmak istemiyoruz."
"Kardeşlerimizin canı buradayken asla!"
Atalay'ın gözleri kan çanağına dönmüş, hepsi öyleydi gözleri kıpkırmızıydı. Atalay'ın gözleri daha da kötüydü çok fazla toprak kaçtığı için gözlerini açmakta zorlanıyordu. Üstünde çamurlar vardı, kardeşlerin kaldığı enkazın çamurlar üstlerindeydi...
Hepsi enkazın yanına oturmuş, yan yana dizilmişti. Arkada kocaman kepçeler çalışıyor, enkazı kaldırıyorlardı. Hiç biri korkmamıştı, kepçelerden. Gözlerindeki korku kardeşlerineydi. Manolya korka korka bir soru sormuştu,
"Kardeşlerimiz yaşıyor mudur?"
Hepsinin yüreği titredi. Kelime bulamadılar söylenecek tek bir kelime bile. Sorunun cevabından korkuyorlardı. Hiç biri cevap vermedi öylece sessizliği korudular.
Enkaz yığıntısının arasında bir adam belirdi ve çocukların yanına doğru geliyordu. Ayaklarında siyah ve kısa siyah bir bot, bacaklarını saran koyu lacivert pantolunu, lacivert kısa kollu ile iş adamı görüntüsü veriyordu. Çocukların dikkatini çekmiş olacakki, yabancı adama bakıyorlardı. Yabancı adam çocukların karşısına dikildi ve konuşmaya başladı,
"Çocuklar biliyorum ki acınız derin, sizi anlıyorum da. Burada bir can kurtarmak için büyük makineler var ve yığıntıları kaldırıyoruz. Buradan biraz daha uzakta durabilir misiniz? Bir yerinize zarar gelebilir evladım."
Adam konuştuklarına göre haklıydı. Bu konumda bir çalışma vardı ve canlarına bir zarar gelebilirdi. Bunun için teleşlanan İlker Bey onları güzel bir dille uyarmıştı. Anlıyordu o masum pırıl pırıl çocukları ama elinden de bu kadarı geliyordu. Çocuklar birbirlerine baktı anladılar ki burda kalmanın daha da işleri zorlaştıracağını o yüzden oturduktukları yerden ağır ağır kalktılar. Kendileri enkaza sırtlarını döndüler ama gözlerindeki yaşlar dinmemişti. Yüreklerinde öyle bir acı vardı ki, geçici bir acı değildi sonsuzluk kavramı bitene kadar o acı yüreklerindeydi.
Biraz geriye doğru enkazı izleyebilecek şekilde bir kaldırım taşına yan yana dizili bir şekilde oturdular ve enkazı ağlaya ağlaya izlediler. Aileleri arkalarında çocukların haline üzülüp göz yaşı döküyordu. Hilal fark etmiş olacakki Manolya titriyordu. Mevsimlerde yaz, günlerden yıkım ve sarsıntı onları üşütüyordu. Hilal elimdeki kırmızı montunu Manolya'ya verip sıkıca sarılmıştı. Deprem bittikten sonra babası hemen montları almıştı ama Hilal'in öyle bir yüreği vardı ki kendinden önce kardeşlerini düşünürdü. Manolya'ya sarıldıktan sonra Manolya'nın annesi sıcak bir gülümseme ile eşlik etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sarsılan Ruhlar
Teen FictionHayallerini yüreklerinde besleyen, umut ışıkları gözlerinde parlayan, gülüşleri hiç solmayan sekiz çocuğun hayatı söz alınıyor. Her zamanki gibi anlaşıp mahalledeki parklarında oyunlar oynayıp güzel vakitler geçirirler fakat geceleri sanki bir kabus...