minho serum yiyordu.
geçirdiği sinir krizi bir anda tansiyonunu düşürmüş, zaten günlerdir midesine tek lokma girmeyen bedeni bir anda kendini titrerken bulmuştu. şimdi de acil yatağında, oldukça iğrenç kokan hastane ortamının kokusunu soluyarak uzanıyordu.
yanında annesi vardı. "yavrum," tereddüt etse de vazgeçmeyip elini oğlununkinin üzerine koydu. "kendini çok aç bırakıyorsun. öyle dedi doktor. yemek yemen lazımmış."
minho cevap vermedi. aklı kazınan midesinde ya da damarlarında akan vitamin dolu suda değildi, bay bang onu buraya taşırken aklını yanlışlıkla ofisinde unutmuş olmalıydı. şimdi o anki kadar sinirli hissetmiyordu, etrafı kırıp dökme isteği de çoğunlukla yok olmuştu. sadece kırgın hissediyordu. sabah söylediği laflar ve konuşulanlar aklına geldikçe yüreği sızlıyor, biriciğine özel olarak yazdığı satırların bambaşka biri tarafından okunmuş olmasının verdiği ızdırapla kavruluyordu.
minho şu an kesinlikle yemek düşünmüyordu. "minho," annesi, oğlu cevap vermeyince tekrar şansını denemek istedi, ancak minho'dan hala ses seda çıkmıyordu. neticede, yüreğinde minho'nunkinden çok daha büyük bir yangınla, ancak öz evladının gözlerinin önünde elinden kayıp gidişini izleyen bir ananın yaşayabileceği türden bir acıyla pes etti.
aralarındaki sessizliği diğer hastaların konuşmalarının böldüğü dakikalar boyu minho ölü bakışlarıyla etrafı seyrederek düşündü. bay bang'in onu buraya getirdiğini hatırlayabiliyordu. bir an için bayılmış gibi kendini salıverse de bilincinin hiç kapanmadığının herkes farkındaydı.
etrafta birbirleriyle konuşan, gülüşen, dertli dertli sarılan insanları gördükçe minho, midesinin bulandığınu hissetti. ama bu bulantının sebebi buraya ait olmadığını hissetmesi değildi, buraya ait olduğunu hissetmesiydi. tüm bu sefalet onun gözleri önüne serildikçe minho, uzandığı acil yatağıyla daha da bütünleşiyor ve kusma isteğini daha güçlü bir şekilde bastırıyordu.
bir süre sonra artık hastane kokusunu solumadığını, hastane kokusunu yaşadığını fark etti.
yanıbaşında, onun için endişelenmekten perişan hale gelen annesine çevirdi bakışlarını, midesi daha da bulandı. annesinin saçları dağılmıştı, üstündeki elbisesi kirlenmişti ve düğmeleri hala açıktı, gözleri kıpkırmızıydı ve su toplamış parmaklar gibi kızarmışlardı. minho bu görüntüyü henüz yeni görüyordu çünkü gözlerini annesine çevirmek saatlerdir aklına gelmemişti.
gözleri annesinin bitkin gözlerinde gezindi, sonra elinin üstünde hissettiği sıcaklığa çevirdi bakışlarını, her şeye rağmen yine yanında olan bu kadına haksızlık ettiğini düşündü. onu bu hale getirenin, saçlarını karıştıranın, elbisesini kirletenin, gözlerini şişirenin kendisi olduğunu düşündükçe bulanan midesi daha da hissedilir şekilde çalkalandı.
aylardır hissedemediği vicdan azabı şimdi ona her şeyden büyük bir ızdırap veriyordu. "anne," çatallanmış sesiyle ve hafif araladığı dudaklarıyla seslenebildi annesine, annesi hemen bakışlarını boşluktan çekip oğlununkilerle buluşturdu.
oğlunun eline daha büyük bir güç ve umutla asıldı kadıncağız. "oğlum?" minho başta cevap vermedi, ve annesinin yüzünü izledi. karşısındaki harabenin sebebinin kendisi olduğunu kendine defalarca hatırlatıp durdu. bunca zaman tüm bu karmaşaya kör müydü? bu kötülüğü biricik anasına nasıl yapabilirdi?
"anne.." devamını getiremiyordu minho, ne basit özürler dilemeye yüz bulabiliyordu ne de annesini ne kadar çok sevdiğine dili varabiliyordu. annesinin elini sıktı yalnızca, yüzü buruştu. yaşadığı vicdan azabının yüreğinde estirdiği kasırgalar simasına sahne oldu ve minho'nun annesi, aylar sonra ilk kez umuttan ağladığını hissetti.
minho yine seni seviyorum diyemedi ama. pişmanlıktan hastalansa da hyunjin varken bu sözleri annesine söyleyemezdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gazete sayfaları.
Fanfictionhyunjin'e takıntılı minho, terapistine yaptığı çılgınlıklardan bahsediyordu.