on iki, final

153 24 34
                                    

zhang hao'dan,

hanbin ellerimizi birbirine kenetlerken merakla ona döndüm. "nereye gidiyoruz?" motoruna yaklaşıp bindiğinde arkasını gösterip hafifçe koltuğa vurdu. "atla hadi. söylemem ki, sürpriz."

elindeki kaskı bana uzattığında ittirdim. "ben kask takmam, sen tak." kaşları bir anda çatıldığında ani değişiminden biraz korkmamış değildim. motordan inip itiraz etmeme kalmadan kaskı kafama geçirirken ben daha çıkartamadan nereden olduğunu bilmediğim başka bir tane kask daha çıkarttı. onu da kendine takarken bana döndü. "şimdi oldu mu prenses?"

kaskın içinde belli olmasa da yüzümü buruşturdum gülerek. "prenses deme." güldü. "nasıl isterseniz majesteleri." motora tekrardan atlarken motoru çalıştırdı. ellerimi bir şey demeden direkt beline sardım tutunmak için. "olmadı böyle ya, sen tutunamayınca benim sana belime tutunabilirsin falan demem lazımdı."

dediğiyle kahkaha atarken hafifçe omzuna vurmuştum. "ya sen yürüyen klişe misin ya, sür şu motoru. zaten nereye gideceğimizi söylemedin, meraktan çatlayacağım galiba." dediklerime o da gülerken sonunda gaza basmasıyla ilerlemeye başlamıştık. etrafa bakınırken nereye gidebileceğimiz hakkında tahminler yapmaya çalışıyordum ama burada bir aydan fazla süredir kalmama rağmen etrafı hala bilmediğim için biraz imkansızdı.

kısa süren bir yolculuğun ardından durduğumuzda önümüzde bir kafe vardı. ama bu sıradan bir kafe değildi, birkaç gün önce gitmek için herkesin kafasını şişirdiğim ama meşgul oldukları için kimsenin benimle gelmediği müzik temalı bir kafeydi. sürekli çalan canlı müzik ve mekan tasarımı internette gördüğümde çok ilgimi çekse de dediğim gibi, bir türlü gidememiştim. şimdi ise yanımda hanbin ile kafenin önündeydik. "inanamıyorum, buraya gelmek istediğimi nereden bildin?"

"tüm gün dükkanda konuştuğun için pek zor olmadı." gülerek elimi tuttu ve içeriye doğru ilerledik. hava yavaştan kararmaya başlamıştı ama işimiz yoktu zaten, o yüzden sorun değildi. istediğimiz kadar kalabilirdik.

kafenin bir kenarında küçük bir sahne, yan tarafında şiparişlerin alındığı ve verildiği küçük bir bar tarzı yer vardı. şiparişlerimizi verdikten sonra sahneye yakın bir masaya oturduk. sahnedeki birkaç çocuk enstrümanlarının son ayarlarını yaptıktan sonra yerlerine geçtiler. ortadakiler rock grubu gibi dursalar da kenarlarda çok farklı enstrümanlar çalanlar da vardı. büyük ihtimalle şarkılara göre ya da belirli aralıklarla yer değişiyorlardı.

"bu gecenin ilk parçası, beabadoobee'den the perfect pair. umarım beğenirsiniz! ayrıca bu şarkıdan sonra bugüne özel küçük bir sürprizimiz var, heyecanla bekleyin lütfen!" en önde gitarıyla duran, uzun siyah saçlı çocuk konuştuktan sonra şarkı çalmaya başlamıştı. gerçekten çok iyi çalıyorlardı.

şarkı göz açıp kapatana kadar bitmiş gibi hissettirirken ortaya yeni bir çocuk çıkmıştı. elindeki çello ile yerine geçtiğinde uzun saçlı, gitar çalan çocuk yeniden konuştu. "millet, bugün özel bir misafirimiz var! anton'a merhaba diyin! sadece bugünlük var fakat üzülmeyin, belki bir gün tekrar gelir, kim bilir?" çocuk oldukça gergin dursa da yanındaki uzun saçlının elini tutmasıyla gülümsemişti. kısa bir konuşma faslı geçerken bizim siparişlerimiz de gelmişti. ben çilekli bir pasta almışken o sadece kahve almıştı.

kekin tadına bakarken bana olan bakışlarını gördüğümde gülümsedim ve çatalımla ona bir parça uzattım. "ben istemiyorum, sen ye." elimi hafifçe ittirirken ısrar ettim. bu sırada müzik yeniden başlamıştı. "gözlerin öyle demiyor ama?"

güldü. "istediğim şey değil ki, sana bakıyordum." göz açıp kapatıncaya kadar dudaklarıma bir öpücük bırakıp geri çekildiğinde yüzünde bir sırıtış belirmişti. dudaklarını yalarken tekrardan konuştu. "kekin tadı da güzelmiş, senin kadar olmasa da." normalde biri bana bunları söylese büyük ihtimalle onu öldürmeye falan çalışırdım ama konu hanbin'e gelince kızarmaktan başka bir şey yapamamıştım. küçük bir öksürükle tekrardan bakışlarımı sahneye yönlendirirken güldüğünü duyabiliyordum. "gülme."

dövmeci, haobin.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin