Çıt çıkmıyordu. Kahvaltı masasından çıt çıkmıyordu.
Sıla, elindeki çatalla nazikçe önündekileri yerken benim ne yapacağını bilemeyen ellerimin birisi masanın üzerinde diğeri ise gergince diz kapağımı yoğuruyordu.
Birkaç saat önceki yüzleşmenin etkisini üzerimden atamadığımdan hala, onun karşımda olan varlığını yok saymaya çalışmak zorunda kalıyordum.
Gözlerini üzerimde her ne kadar hissediyor olsam bile dönüp bakmaya cesaret edemiyordum.
Bir günü sabah etmenin yanında, pencereden mutfağa sızan güneşle beraber gerçekler biraz daha gerçek olmuştu. Daha da korkutucu geliyordu.
Fakat yine de bütün bunların arasından şükredebilecek tek bir şeyim vardı. Sıla varlığımı pek umursuyor gibi değildi. Kim olduğumu, adımı ve nereden geldiğimi dahi sormuyordu bana. Avcı'nın, daha doğrusu artık o Ferdi'ydi, "iş arkadaşı" cevabını bile ikiletmemişti.
Belki bu eve çok yabancı geldiğinden, belki de Avcı'nın tavırlarının bir kısmının ata mirası olduğundandı. Henüz bunu bilmiyordum.
Sakince yemeğini yiyor; arada abisiyle, benim ortamda emanet gibi duran varlığımı izliyor ve sonra bu aslında zaten çok alışık olduğu bir durummuş gibi her neyi yarım bıraktıysa ona geri dönüyordu.
Üzerimde çuval gibi duran kazağın bile ona absürt geldiği yoktu.
Sakindi. Sanki bu dinginliği onun küçük gözlerinden her yere yayılıyor, kollarımızı bacaklarımızı saran yumuşak bir kalkana dönüşüyordu.
Sanki onun sakinliğiydi bu kadar sessiz olmamızı sağlayan ana etken. Onun o yoğun aurasını bozmaktan korkuyor gibiydik. Bütün korkularımızın, endişlerimizin arasında öylece duran varla yok arası ama itaat etmemizi gerektiren türden.
Susun diyordu. Korkacak bir şey yok.
Kendimi o dinginliğin kollarına bırakmaya çabaladım.
Zihnimdeki korkuları silmeye ve sanki her gün gerçekleşiyormuş gibi duran bu rutine kendimi kaptırmak istedim. Etrafımdaki hissiyatı yabancılamamak istedim.
Üzerinde parmak başlangıçlarına kadar uzanan krem kazağın kollarıyla oynayıp duruyordu arada zarif parmaklarıyla. Sonra açık kahve saçlarını kulaklarının arkasına itiyordu.
Ezberlenmiş gibi ama bir yandan da belli bir uyumun kurbanı olan bu hareketleri onu olduğundan çok daha zarif gösteriyordu işte.
Güzeldi, en az abisi kadar.
Ata yadigarı olan bir diğer şey de güzellikleri olmalıydı.
Benim henüz dokunmaya bile cesaret edemediğim yemeğimin karşısında onun boşalan tabağını alıp kalkışını izledim sofradan.
Nazik bir, "Afiyet olsun'dan" sonra sonunda yine onunla baş başa kaldık.
"Ye artık şu önündekileri." dedi aksi bir tonda.
Eh, sonuçta Sıla kendisiyle birlikte o sessizliği de alıp gitmişti. Artık her neden korkuyorsak birbirimize bulaştırmamızda bir sakınca yoktu.
"Hiç iştahım yok." dedim ve masada duran diğer elimi de kendime doğru çektim.
Engel olamadığım o rahatsızlık hissi yine çöreklenmeye başladı içimde. Tıpkı bu sabah olduğu gibi. Mideme kocaman bir taş oturdu. Her neyse onu kaldıramıyordum. İçimde tutmakta zorlanıyordum. Ve kusarsam ondan kurtulurum zannediyordum.
Kendimden iğrendim.
O sofrada olmayı hak etmediğimi düşünüyordum çünkü. Bu merhameti hak etmiyordum. Canımın bağışlanması bile bana mantık dışı gelmeye başlıyordu artık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
avcı
Romance"Senin," dedi. "Senin yaktığın ateş bir tek seni tutuşturur." arda güler ▪︎ ferdi kadıoğlu