Her şeyin en başına dönüp baktığımda olduğum yer sanki yaşamım boyunca kötü bir rüyanın içindeymişim ve olduğum yeri olduğu gibi unutmuşum gibi hissettiriyordu.
Ben bir kabusun içine doğmuştum. Annemin rahminden hiçbir zaman mutlu olmayacağımın alnıma yaralı bir filin dişiyle kazındığı ve kanıyla vaftiz edildiğim bir kabustan fırlamıştım.
Kanayacaktım. Kan dökecektim ve hep kan görecektim.
Ve bir gece her nasıl olduysa o kabusun içinden kan ter içinde uyanmış ve başka bir gerçekliğin de var olduğunu görebilmiştim.
Başka bir ihtimal daha vardı.
Gözlerimi kapatmadığımda ve yeni bir uykuya dalmadığımda. Başka bir çıkış yolu daha vardı.
Boynumda gezen yumuşak dudakları olabildiğince oyalanıyordu olduğu yerde. Sanki vücudumdaki her bir santimi öperek kendi izlerini bırakacak ve geçmişi hiç yaşanmamış gibi dişleriyle söküp atacaktı.
Garip bir adamdı. Bazen ağzından tek bir kelime bile alınmayacak kadar ketum, bazen sanki bütün hayatım boyunca yanı başımdaymış gibi sıcaktı. Gülerdi, şakalar yapardı. Bazen gözü o kadar kararır ve o kadar kimseyi görmezdi ki, bana seni şuracıkta öldüreceğim dese karşı çıkamayacak kadar aciz hissederdim.
Onu anlamamın bir imkanı yok diye düşünürdüm. Onu hiçbir zaman anlayamayacaktım ve buradan çıkıp gittiğimde zihnimde varlığından bile şüphe oluşturacak kadar yok olacaktı. Belki bir adam vardı derdim bir gün, bir adam vardı ve onu ben bile uydurmuş olabilirdim.
Boynumda tatlı bir sızı bırakarak yeniden dudaklarıma döndüğünde bu sefer ona daha sıkı tutundum. Kollarım omuzlarını sıkıca sararken öpüşlerine yetişmeye çalışıyordum.
Göz kapaklarımı müthiş bir çabayla ayırabildiğimde onun kapalı gözleri ve seyrek kirpiklerini görmek, benim uydurabileceğim kadar ucuz bir hayal ürünü olmadığını bilmek geri çekilmeme sebep oldu.
Bakışlarını görmek istiyordum. Artık yavaşça siyaha çalan kahvelerini görmek. Benim aklımda bu kadar çok şey dönerken onun ne hissettiğini bilmek ve belki de yine sırf sesini duyabilmek için saçma sapan sorularla konuşmasını sağlamak istedim.
Birlikte o yolculuğa çıktığımız ilk gün o kadar da tanıdık değildik. Birbirinin sesini, bakışlarını, biraz da hislerini bilen iki yabancı. Belki de dünya üzerinde kendileri hakkında en çok şeyi bilen iki yabancı. Daha önce kimsenin sormaya tenezzül etmediği soruları soran, daha önce kimsenin onlardan duymayı beklemedikleri şeyleri duyan.
Sonunda gözleri yeniden benimkilerle buluştuğunda orada saf bir kafa karışıklığı bulmayı beklemiyordum. Çünkü o hep ne yaptığından, ne yapacağından ya da ne döndüğünden emin olurdu. En azından Avcı o yolculuğu yapmaya karar vermeden önce öyleydi. Her gördüğümde yeniden yeniden şaşıracağım kadar yolunu kaybetmişti.
Dimdik omuzları vardı. Sapasağlam bir duruşu. Bende hiç olmayan.
Hep varış noktasına benim karar verdiğim fakat o yola çıkmadan önce benim bile nereye gitmek istediğimi bilmediğim bir yolculuğa çıkmak istediğimi söylerdim.
Yolun gözlerimin önünden aktığı sıcak bir ikindide bütün kötü hislerimi, endişelerimi ve korkularımı o arabanın penceresinden hiç geçmediğim ve bilmediğim yollara haykırmak istediğimden.
Daha önce kendi sesimi çok kez bir şeyler için çığlık atarken, acı ya da zevkten inlerken duymuştum.
Fakat hiçbiri içten değildi. Hiçbiri içimdekileri dışa vurmak, gerçekten hissettiğim bir şeyleri anlatmak için değildi. O boktan yere girdiğimde bana yapmamı öğütledikleri ve kapı ardlarında ezberlediğim, her gece bir öncekinin bir tekrarı gibi oynadığım birkaç sayfalık senaryodan ibaretti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
avcı
Romance"Senin," dedi. "Senin yaktığın ateş bir tek seni tutuşturur." arda güler ▪︎ ferdi kadıoğlu