Who, me? ("Louder!")

17 3 0
                                    

O lanet günün üzerinden tam olarak 6 yıl geçmişti.

Jisung tüm yaşıtları ile beraber liseyi kendilerine özel bir okulda bitirip, üniversite için dış dünyaya açılmıştı. Her zaman kendisine, arkadaşlarına, belki de bir gün Felix'e yardımı dokunabilir diye doktor olmak istemişti. Ve kazanmıştı da, yurtta kilitli olduğu zamanlar çalışmaktan başka bir şey yapmamıştı ve bunun meyvesini üniversite sınavında almıştı.

Bu kadar sıkı çalışmasının bir diğer nedeni de nerede olduğunu bile bilmediği Lix'ini uzun yıllar görmemesiydi. Dış dünyaya çıkabilmesine yetecek bir puan alıp Felix'i aramaya gitmek istiyordu Jisung.

Yakın arkadaşını resmen koparmışlardı ondan.

Nerede olduğunu, ne yaptığını, hangi şartlarda yaşadığını bilmiyordu onun. Doğrusunu söylemek gerekirse, yaşayıp yaşamadığından bile emin değildi son 3 yıldır.

Yine de ne olursa olsun onu bulmak için çabalayacaktı. Kendisini bulmasa bile belki... Belki mezarını...

Çok büyük bir pişmanlık içindeydi o günden beri. Şu an da biliyordu aslında, o gün ne yaparsa yapsın elinden hiçbir şey gelmeyecekti. Direttiği her bir dakika sonradan yiyeceği dayağın şiddetini arttıracaktı.

Zaten o günün hemen ertesi gününden kalma bir yara izini hala kolunda, dirseğinin hemen iç kısmında taşıyordu.

Felix özel biriydi, arkadaşlarından ve kendisinden farklıydı. Bunu o gün Felix'in yanına gelmeden hemen önce duymuş, bu yüzden son dakikalarında bile olsa yanında olmak için gitmişti. O an bir şey yapamayacağını, elinden bir şey gelmeyeceğini şu an bile bilse de yine de derin bir pişmanlık duyuyordu ister istemez.

Şu an bunları düşünürken üniversitesinin kafeteryasında, elinde kahvesiyle oturuyordu. Bakışları masaya sabitlenmiş, etrafındaki hiçbir şeyi duymaz olmuştu o anlık. Omzunda bir el hissettiğinde irkilip kafasını arkaya döndürmüştü.

"Şükür geldiniz..." diye mırıldandı arkadaşlarına karşılık. Seungmin onun omzuna koyduğu elini indirmiş, yan tarafındaki sandalyeye oturmuştu. Diğerleri de yuvarlak masanın etrafına sessizce otururlarken masanın mevcudu birden yediye çıkmıştı.

"Bugün çok durgunsun, neden?" diye sordu bir diğer yanına oturan Minho. Jisung onun sesini duyduğu an bile hızlanmayan kalbiyle şaşırmış, bulundukları güne yormuştu sebebini.

"Hava güzel değil, ondandır herhalde." diye mırıldandı Jisung. İki eli sıcak kahve bardağının etrafından çekilmiş, kucağına düşmüştü. Parmakları birbiriyle oynaşırken Minho ilk önce onun ellerine, sonra da stresle salladığı bacaklarına baktı.

"Ne olduysa bize anlatabilirsin, biliyorsun değil mi Jis? Geçen sene bu zamanlar yine böyle durgunlaşmıştın. O zamanlar bu kadar yakın olmadığımız için soramamıştım ama şimdi... Anlatmak istemez misin?"

Bu sefer Chan konuşmuştu yumuşak bir sesle. Buradaki en iyi konuşmayı bilen ve hislerini rahat ifade eden kişiydi. Bu yüzden bu tür grup konuşmalarında hemen araya girerdi. Herkes de ondan konuşmasını beklerdi zaten.

"Bunu..." diye mırıldandı Jisung. Chan'dan duyduğu hitap şekli bile gözlerinin dolmasına yetmişti. Bu kadar zayıf biri olmasa ne olurdu sanki? Hemen bebek gibi ağlıyordu. "Bunu kaldırabileceğinizi sanmıyorum, anlamayacak ve beni kendinizden uzaklaştıracaksınız... Hem... Anlatmam yasak zaten."

"Yasak mı?" diye anlamazca sordu Minho. Bir elini yavaşça Jisung'un omzuna sardıktan sonra kafasını yaklaştırdı samimice. "Seni zorlayan biri mi var? Bize söyle Jisung, burada seni her durumda koruyacak 6 kişi var, biliyorsun."

born to die.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin