Mayıs 2012
"Sen delisin!" Babamın geçen sene doğum günümde aldığı spor ayakkabılara bulaşan balçığa acı ile baktığım esnada çığlık attı Yoongi. "Ölebilirdin. Gelmesem batabilirdin!" Onun da üstü başı balçığa bulanmıştı ve az önceki olaylı kurtarma olayını düşünürsek buna şaşırmam garip olurdu. "Jimin!" Gözlerimi ayakkabılarımdan çekmedim. O delirmiş gibi bağırırken ve bedenimi sertçe sallarken gözlerimi ayakkabılarımın üzerinden çekmedim.
Birkaç saat önce bembeyaz olan ayakkabıların belime kadar gömüldüğüm bataklık içinde ayağımdan çıkmamış olması bile bir mucizeydi.
"Aptal! Aptal çocuk!" Bu defa omuzlarımdan sertçe itti beni. Yere düşeceğim kadar sertti, acıması yoktu. "Bana bak! Bana bak! Kaldır şu kafanı!"
Kalçam yere sertçe çarptığı için acıyordu ve Yoongi hâlâ adeta kükreyen bir aslan gibi yüksek desibelli sesi ile bağırıp çağırıyordu. Artık yerde olduğum için bana hayli yukarıdan bakıyor oluşu onu bir avcı beni ise av konumuna düşürüyordu.
Doğanın kurduğu düzende biz insanlar zincirin en başına oturarak başımıza taktığımız taç ile duruyor olsak da kendi içimizde ayrıldığımız kast sisteminde dibi görme talihi bana vurmuştu. Karşımdaki avcılardan korunmak güçtü. Bana saldırmak istediklerinde ve şimdi olduğu gibi beni korumak istediklerinde...
"Kafanı kaldır!" Bir kez daha bağırdı Yoongi bana üstten bakarak. Bedeninin zangır zangır titrediğini ona bakmadan bile anlayabiliyordum. Sinirliydi ve korkmuştu. Çok korkmuştu. Tıpkı benim hissettiğim gibi.
Ellerimi toprak yoldan ayırmadan hareket ettirdim başımı, önce etrafımızdaki bodur çalılarda gezindi gözlerim sonra da Yoongi'nin gözlerine çıktı. Herhangi bir yerleşim yerinden en az on dakika uzaklıktaydık ve Yoongi içindeki bütün öfke ile beni pataklasa kimse ama kimse sesimi duymazdı. Gerçi şöyle bir düşününce ben de sesimi çıkartmazdım.
"Ne işiniz vardı sizin o çocukla yine?" Taehyung'tan bahsediyordu. Küçük kasabada kendi serseri topluluğunu kurmuş, zavallı çocuktan bahsediyordu.
"Kavga edesimiz vardı." Ayağının dibinde duran taşa sinirle bir tekme savurdu Yoongi. Ağzından haykırışa benzer bağırtılar çıkıyordu ama korkunç değildi. Korkmuştu.
"Jimin." Yalvarır gibi baktı yüzüme. Çekik gözlerinin içi yaşlarla doldu. "Jimin, bu böyle olmaz." Dizleri üzerinde çöktü, çamurlu elleri ile kafamı kendisine çekerek göğsüne bastırdı.
Ağladığını görmemi istemiyordu ya da kendisi ağladığı için beni de ağlatmak istiyordu. Şefkatinin içinde hep bir acımasızlık olurdu.
"Madem kavga ettiniz orada, bir de niye peşinize düştü bunlar?" Diye sordu tuttuğu başımı bırakmadan. Ses tellerinin titreşimini başımın üstünde hissediyordum.
"Jungkook, Taehyung'un telefonunu aldı." Bence çalmak denemezdi çünkü tanıdığım Jungkook o telefonu para kazanmak maksadıyla kullanmayacaktı. En fazla Taehyung'u bir süre parmağında oynatmayı denerdi, başaramazsa da kasabanın bir köşesine fırlatırdı. O arbede esnasında bunu başarması gözümde onu bir hırsız değil de kahraman yapıyordu. "O kaçabildi mi merak ediyorum. Zaten fazla dayak yedi."
Kafamı çekmek istedim yasladığım göğüsten. Etten kemikten bir duvar ile değil de Yoongi'nin gözleri ile konuşmaktan daha fazla keyif alıyordum çünkü orada her zaman Yoongi'nin ne hissettiğini anlatan bazı ışıltılar oluyordu.
"Kaçmıştır tabi ama onu ellerimle polise teslim edesim var. Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz? Şu haline bak. Aklımı kaybetmek üzereydim." Kırmızı diye düşündüm. Yoongi'nin gözleri alev aldı ve bana püskürtmek üzere.