normalleştirmek. normal olmayanı rutin haline getirmek.
insanın denen canlının sınırı yoktu, bir kafese dahi koysan iki gün yerini yadırgar üçüncü gün kafesin demirlerini unutmuş gibi yapar ve orada olmaya alışırdı.
ekim, hastanede uyanık bir şekilde geçirdiği üçüncü günündeydi. alışamamıştı. zaten o, herhangi bir şeye alışamazdı.
bugüne kadar bir çok kişinin ağzından dökülen belli bir süreden sonra hastaneyi evi gibi hissetme olayı da tamamen palavraydı, ekim zaten ev nasıl bir şey pek bilmezdi. sadece artık, uyurken kendisini rahatsız hissetmiyor, odasına giren hemşirelerden başını köşe bucak kaçırmıyordu. dümdüz duruyordu. ve bu ekimin hayatındaki en anormal şeydi. normalleştirmişti.
hatta artık onunla ilgilenen hemşirelere karşı bir yüz aşinalığı bile duymaya başlamıştı, öyle yüksek bir tanınırlık değildi bu, mesela önüne birbirinden farklı on kişi getirseniz ve arasından iki kişiyi seçmesini isteseniz çok emin olmasa da seçebilir gibiydi. ama eğer yirmi kişi olursa işler değişirdi, zaten karşısında bir anda yirmi kişi de görürse muhtemelen yabancı kalabalık yüzünden panik atak krizi geçirirdi.
günün yüksek çoğunluğunda uyuyordu, uyumadığı zamanlarda da uyuyor gibiydi. zaman kavramı da yoktu, bazen gece uyanık kalıp karanlık duvarları seyrediyor, bazen günün en aydınlık vaktinde hafif bir uykuya dalıyordu. derin bir uyku çekmeyeli çok uzun zaman olmuştu. vücudu ayık olsa da, mümkün mertebe beynini uyanık tutmuyordu. zira tüm bunları normalleştirse de, hala kabullenmemişti. ekim, her zaman normale aykırı bir çocuk olmuştu.
kapısı açıldı. geleni umursamadı. ya serumu değişecekti, ya da yemek saati gelmişti. bugün öğle yemeği olarak kemik suyu çorbası getirmişlerdi, ekim vejeteryandı.
doktorların; ölmek isteyen bir kadını zorla yaşatıp, yaşamak isteyen bir hayvanı öldürmeye katkıda bulunmalarını çok iki yüzlü buluyordu.
adım sesi duymadığında bir gariplik olduğunu fark edip kapıya doğru çevirdi bakışlarını, ilk önce bir saksıya çarptı gözleri, bakış açısını ağır ağır yukarıya doğru kaydırırken saksıdaki mor çiçeği de gördü, çiçeğin yapraklarıyla aynı renk bir çift göze sahip genç kadını da. masumane bir gülümsemeyle ekim'in onu fark etmesini bekliyordu ve istediğini aldığı için gülümsemesi daha da büyümüştü.
"merhaba." diye girdi odaya, yeni rutinlerinden biri de bu olmuştu. bu sefer direkt ekim'in yanına gelmedi, önce odanın sağ tarafında kalan masaya gitti ve çiçeği oraya bıraktı.
"dünkü konuşmamızdan sonra odamdaki çiçeklerime baktığımda menekşemin aynı saksıda başka bir kök daha verdiğini fark ettim. ben de onu sana getirmek istedim."
danışan ve terapist arasında bir hediyeleşme olmaması gerektiğini çok iyi biliyordu, ama ekim onun vazgeçmek istemediği bir hastasıydı. onu konuşturabilmek ve kurtarabilmek için elinden geleni yapacaktı. kaldı ki teknik olarak ekim, şu an deniz ile bir diyalog kurmuyordu ve bu da onun deniz'in danışanı olmasını engelliyordu. henüz sadece terapiste karşı duyulacak güveni inşa etme aşamasındalardı. etik vicdanını bu şekilde rahatlatıyordu.
"pembe ve mavi menekşem de var ama ben en çok mor menekşeyi severim. sen de sever misin?"
yanıt vermeyeceğini bile bile sorulmuş, ama yine de umutla en azından 'evet' ya da 'hayır' demesi beklenen bir soruydu. diğer tüm sorular gibi, bunun da kaderi değişmedi.
"ben çocukken babaannem bitki beslemenin ruha iyi geldiğini söylerdi, kimseyle konuşamadığı şeyleri bile onlarla konuşurdu. sonra ben büyüdüm, ruha iyi gelen onlarca yöntem öğrendim, ama hala içimdeki çocuk geçmişten kalan bu inanca sığınıyor." duraksadı, bunları söyleyerek iyi mi yapıyordu kötü mü yapıyordu bilmiyordu. bir kumar oynuyordu.
"benimle konuşmayı kabul edene kadar, benim menekşemle konuşabilirsin. sana benim kadar yardımcı olamaz belki ama en azından ilk aşama için böyle başlamış oluruz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Pamuk Prenses Yolu Karıştırdı (g×g)
Teen Fictionkarşısına yedi cüceler değil yedi kutu antidepresan çıktı