***
Göz hizamdaki insan kalabalığı, kafamdaki düşüncelerle doğru orantılı olarak gittikçe dağılırken her zamanki beceriksizliğimle onları toplarlamaya çalışıyordum. Yüzlerce sekme açılmış bir ekrandan hiçbir farkı olmayan zihnim, sinir bozucu yoğunluğuyla benden bir tık bekliyordu. Ama ben o kaotiğin hangisine yöneleceğimi veya hangisini çöp kutusuna taşıyacağımı bilmiyordum.
Düşüncelerimi ve duygularımı düzene sokamıyordum.
Hep böyleydi. Yalnız olup olmamamın hiçbir önemi yoktu. Bulunduğum ortamdan o kadar hızlı uzaklaşıyordum ki bunu ancak bedenim, herhangi bir irkilmeye maruz kaldığında fark ediyordum. Kontrolün benim ellerimde olmaması, işleri daha da zorlaştırıyordu.
Yalnızken, bu durumu kendimden uzaklaştırabilecek sınırlı alternatif keşfetmiştim. Okumak, bunlardan biriydi. Konusunun ne olduğu veya kitabın hangi tür olduğu hiç önemli değildi. Başka bir insanın hayal gücüne derin bir bağlantı kurabiliyorsam veya bana oyunlar oynayan zihnimdeki veritabanının derinliklerine, gerekli gereksiz birkaç bilgi sıkıştırabiliyorsam yeterliydi.
Çünkü o böyle susuyordu.
Her şeyin daha kötü olacağını tehlikeli bir sesle fısıldayan o ses.Bana yalnızlıkla dolu geçmişimi hatırlatıyor, sahte bir kahkaha atarak her zaman öyle olacağını haykırıyordu. O derinden gelen ses; ne zaman hevesin, umudun, isteğin kokusunu alsa bir alarm gibi kafamın içinde çınlıyordu.
Buna kötüyü çağırmak mı deniyordu?O ses bana mı aitti?
Kaygısızlık.
İsmimin anlamı buydu. Ama kaygı benim gerçek adım olmuştu.Sığındığım satırlarda kaygının özgürlüğün verdiği baş dönmesi olduğunu okumuştum.
Fazla mı özgür kalmıştım, burdaki özgürlükten kasıt neydi?Düşünmekten nefret ediyordum.
"Biz de sahile inelim mi?" Emre'nin sesiyle sahili izleyen gözlerimi ona çevirdim. Lavabodan kim bilir ne zaman gelmişti. Sorgulamadan onaylarken ayaklandım. Sergiden sonra yarım gündür aç olduğumuzdan eve yürüyerek yaklaşık on dakika uzaklıktaki sahilde yemek yemeğe gelmiştik. Yediğim balık, tek kelimeyle lezizdi.
Kartımı kasadaki çalışana uzatırken Emre'nin gereksiz ısrarlarına göz devirdim. İçinde az para yoktu ve yarısı babasınındı.
Emre içecek alacağını söyleyip uzaklaşırken adımlarımı kıyıya yönlendirdim. Saat gece yarısına yaklaşıyordu ve hava hafiften esiyordu. Etraftaki birkaç arkadaş grubunun ve tek tük insanların arasından az da olsa sakin bir yeri gözüme kestirip bacaklarımı uzatarak oturdum. Üzerimdeki gömleğin açık olan iki düğmesinin üzerine bir daha eklerken ellerimi kuma bastırıp arkamdaki boşluğa yaslandım.
Kıyıya çarpan dalgaların sesi suratıma vururken dudaklarımı ıslattım. Evet, her şey şu an gayet iyi...Yıldızlar..
Denizin yansıması gibi duran gökyüzü, bana o lacivert gözleri hatırlattığında sinirle gerildim.
Huzurun h'si bile bana rastlamıyordu.
Bugün ima ettiği şeyler zihnime düşerken dişlerim gıcırdadı. Pislik rolünü, layığıyla devralmıştı. Ahlaki ölçütler içinde oynamayı tercih etmiyor, tahrik kokan kelimeleri çıra misali göğsümdeki nefret alevini körüklüyordu.