bilmem kaç sene öncesiBüyükannemin elime tutuşturduğu bir avuç para ve aileme söylediğim, büyükannemle de gömdüğüm yalanla Seul'e adımı atışımın üzerinden iki saat geçmişti.
Terminalden indiğim gibi internetten bulduğum bir kafeye oturup çay söyledim, sonra da valizlerimi bir kenara bırakıp telefonda konuştuğum ahjummayı bir daha aradım. Suncheon'dayken ev için görüşmüştüm, tuhaf bir şekilde acayip ucuzdu ve okula çok yakındı.
"Bence senin gibi salak köylüleri silkeliyorlar böyle."
Kyungsoo yalnız olduğuma dair ilüzyonu bozarak konuştuğunda gözlerimi devirdim. "Sensin salak."
Omuz silkip dişleriyle pipeti ezmeyi sürdürdü, bir yandan da masanın altından bacaklarını sallayıp beni gıcık ediyordu.
Annem tutturmuştu birlikte gidin diye, yoksa Do Kyungsoo gibi gıcıklıkta dünya markası birisiyle ölsem uzun yola çıkmazdım. Yine de "İşimiz var gelemeyiz," diyen ebeveynlerimden daha iyi bir tercihti tabii, en azından otobüsü gelince yurduna gidip yerleşecek, beni de rahat bırakacaktı.
Sabırsızlıkla çayımı bitirdim, bir gözüm hep telefondaydı.
"Senin kaporayla alem yapıyorlardır şimdi," dedi bu sefer de. Susmazdı çenesi.
"Ya bi sussana." Kucağıma gelen kediye sarıldım ve çenesini okşadım. "Ararlar şimdi."
Gözleri tekirdeydi. "Aramazlarsa ararsın," dedi. "Beni."
Önüme yurdunun adresinin yazdığı bir kağıdı fırlatıp -bana iyilik yapıyor gibi görünmeye dair koca bir fobisi vardı- köşeyi dönen otobüse yetişmek için çıktı, sırtına yüklendiği koca çantasıyla keşişlere benzemişti.
Ona cevap bile veremedim, hesabı ödeyeceğim sırada telefon çaldı. Kapıya çıkıp "GİRSİN!" diye bağırdım arkasından. Sonra da boğazımı temizleyip ahjummayla konuştum.
İşitme cihazını takmayı unuttuğunu, o yüzden de ilk aramamda açamadığını söylemişti. Çok tatlı birine benziyordu. Sorun olmadığını söyledim, o da sözleşme için eve çağırdı beni hemen. Vakit kaybetmeden yola koyuldum.
Öğrenci olduğum için ucuza verdiğini ve yalnız yaşadığını söyledi bana. Bir sürü evi varmış ama hiç evlenmemiş, mirasçısı olmadığı için de yaşamından sonra evlerinin hepsini bağışlayacakmış.
Bana göre hava hoştu, büyük bir sevinçle Minji teyzeyi dinleyip onunla sohbet ettim, bana kurabiye filan verdi. Kalkarken sözleşmeyi uzattı, imzaladım. Kapıya yöneldiğimde zil çaldı, zaten antrede ayakkabılarımı giyiyordum, açtım ben de. Karşıma dip boyası gelmiş çakma sarışın bir oğlan çıktı.
"Ev sahibi sen misin?" dedi. Nefes nefeseydi. "Hayır," dedim. "Çık o zaman," diye itekledi beni.
Şöyle bir süzdüm onu, benim yaşlarımda gibiydi. Gri bir tişört giyiyordu, elinde şapkası, ayağında da arkasına bastığı converseleri vardı ve belki de Kyungsoo'dan bile daha gıcıktı.
"Deli midir nedir..." diye söylendim çıkarken, ahjummaya da misafirin geldi diye seslenip az önce teslim aldığım anahtarla birlikte yaylana yaylana caddeye indim, daha çok işim vardı ve lavuğun tekiyle uğraşacak değildim.
Tek başıma durmaktan canım sıkılmıştı, iş ilanlarına bakarken Sana'yı arayayım dedim.
Çat pat Japonca biliyor olmamın tek sebebiydi kendisi. Liseyi birlikte okumuştuk, babası konsoloslukta çalıştığı için bir süreliğine buraya taşınmışlardı. Şimdi tekrar Japonya'ya dönmüştü ve onu manyak özlüyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
28
FanficBen Oh Sehun'u çok eskiden beridir seviyorum, ondandır ki ormanları aşıp her seferinde bir fidana yeniliyorum.