Hani bazı rüyalar olur, rüya gördüğünüzün farkındasınızdır ama uyanmak istemezsiniz. Uyandığınızda ise inatla yastığın altına gömersiniz başınızı. "Lütfen, lütfen, lütfen Tanrım bir kere daha görmeme izin ver." dersiniz ama o gemi çoktan kaçmıştır ve siz yeni güne lanet okuyarak uyanırsınız.
Şuan bulunduğum durumu daha iyi açıklayamazdım sanırım. Rüya görüyordum. Kyungsoo başını göğsüme dayamış uyuyordu ve ben de her nefes alışımda kokusunu ciğerlerime davet ediyordum. Hayır, parfüm değildi. 24 yaşıma kadar zibilyon tane parfüm denemiş birisi olarak burnuma vuran kokunun parfüm olmadığını anlayacak kadar tecrübe edinmiştim.
Uyanmak istemiyordum Tanrım! Neden istemediğimi bilmiyordum ama istemiyordum işte. En son bu kadar deliksiz bir şekilde uyuduğumda annemin göğsüne gömülüydü küçük bedenim. Annemi kaybettikten sonra uykularım hep bölünürdü. Annemin gözlerini kapattığı o an defalarca rüyama girip nefes nefes uyanmama sebep olurdu. Ve ben her seferinde görüşümü bulanıklaştıran damlaları geri gönderirken "Erkekler ağlamaz Kim Jongin." diye fısıldardım kendime.
Her ne kadar uyanmak istemesem de yavaşça gözlerimi araladım. Tanrım koku hala devam ediyordu. Vay canına, bugünlerde rüyalar gerçekten çok gerçekçiydi. Kafamı usulca hareket ettirdiğimde nefes alırken hafifçe açılan dudaklar girdi görüş alanıma.
Tanrım, tanrım, tanrım! Rüya değildi. Şuan Kyungsoo denilen yaratık başını göğsüme gömmüş, sıcak nefesini gömleğimin üzerine bırakıyordu. Kirpikleri hafifçe titriyor, kaşları çatılıyordu. Sonra aniden gevşiyordu bütün yüz ifadesi. Bir eli göğsümün üzerinde diğer eli ise belimdeydi. Nefes. Evet nefes almalıydım. Ayrıca rüya görmediğim için neden bu kadar mutlu olduğumu da bilmiyordum. Hayır, gay değilim susar mısınız?
Gözlerimle yüzündeki her hücreyi taciz etmeyi bırakmak aklıma geldiğinde başımı kaldırdım. Ama ufak bir sorunumuz vardı. Belki ufaktan biraz fazla. Tamam, kabul ediyorum, devasa bir sorunumuz vardı.
Karşımda yaklaşık otuz çift irileşmiş göz vardı ve en öndeki irileşmiş gözler Lisa'ya aitti. Sanırım asansör biz uyurken tamir edilmişti ve ben uyanmayı bu kadar ertelediğim için içimden kocaman bir siktir savurdum.
Işınlanmayı icat edemeyen milenyum çağına da bir siktir savurdum. İcatlar ihtiyaçtan doğardı ve sanırım ışınlanmayı icat ederek ismi fizik kitaplarına altın harfle kazınacak kişi ben olacaktım. Çünkü şuan ışınlanmaya çok ihtiyacım vardı.
Hafifçe doğrulduğumda Kyungsoo da huzursuz mırıltılar çıkararak uyanmaya başladı. Şuan otuz çift göze odaklanıyor olmam gerekirken ben neden Kyungsoo'nun uyku mahmuru gözlerine odaklanmaktan kendimi alamıyordum, en ufak bir fikrim yoktu.
Kafasını kaldırıp yaklaşık bir dakika kadar bana bakarak "Ne yaptık biz?" bakışı attıktan sonra kafasını hala aptal aptal bakan topluluğa çevirdi.
Daha ne kadar büyüyebileceğinden emin olamadığım gözlerini tekrar bana çevirdiğinde saniyeler içerisinde göğsümdeki ve belimdeki elini çekip üzerimizdeki ceketi yan tarafa savurdu. Karşımızdaki insanların Kyungsoo'nun elini nerelerime koyduğunu görmediği için rahat bir nefes almıştım.
Uyanalı sadece bir dakika kadar olsa da sanki saatlerdir kafesinde bekleyen ve ziyaretçilerin kuruyemiş attığı hayvanlar gibi asansörün dışındaki topluluğa bakıyorduk.
İlk ayaklanan Kyungsoo oldu. Tek kelime etmeden ayağa kalkıp hızlı adımlarla asansörden çıktı. Gitmeden önce başını çevirerek "Boku yedin ama üzgünüm." bakışını atmayı da ihmal etmemişti. Adi herif. Bunu ona ödetecektim!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Pearl ●
FanfictionSiyah. Tüm renkleri içinde barındıran ama hiçbiri olmayan tek renk. Ben Kim Jongin, Siyah'ını arayan bir karanlıktım. Zifiri karanlık. Ve Siyah'ımı hiçbir gökkuşağına değişmezdim. Çünkü Siyah Kyungsoo'ydu. O siyahtı, ben zifiri. ● #blackpearl