Changbin dün oğlunu bıraktığı kapının önünde durdu. Sabahın erken saatleriydi ve oğlunu bulduktan bir saat sonra bırakmak zorunda kaldığı evin kapısında duruyordu. Yıllardır görmediği, hasretiyle yandığı sevgilisi bir kapı kadar uzağındaydı şimdi. Her yerde aradığı sevgilisini bulmuştu sonunda.
Heyecanla zile bastı daha fazla beklemeden. Yıllardır süren bu hasreti birazdan bitirecekti.
İçeriden bir ses duydu. “Babam geldi!” Oğlundan başkasına ait değildi bu ses. Koşarak kapıya geliyordu küçük çocuk. Arkasında ise anlam veremediği kelimeyle savsak adımlarla gelen babası vardı.
Küçük elleriyle kapının kolunu aşağa çekerek babasına kapıyı açtı.
Açılan kapıyla ilk oğlunu gördü changbin. Dizlerinin üstüne çökerek sarıldı oğluna. Küçük çocuk da babasına sarıldı.
Arkasından gelen babası, oğlunun sarıldığı bedeni görmesiyle dona kaldı. Yıllardır görmediği, annesi yüzünden bırakmak zorunda kaldığı sevgilisi birkaç adım uzağındaydı.
Hareket edemedi. Gözlerinden akan yaşları engelleyemedi. “C-changbin…” yıllardır annesinin korkusuna adını anamadığı sevgilisinin adı döküldü titreyen dudaklarından.
Changbin kollarını sardığı oğlundan ayrılarak ayağa kalktı yavaşça. Gözyaşlarıyla yıllardır yüzünü göremediği sevgilisine baktı.
Buradaydı işte! Yaşıyordu sevgilisi. İyiydi.
“Felix.” dedi muhtaç sesiyle. Muhtaçtı. Sevgilisinin her şeyine muhtaçtı.
Daha fazla duramadı ikili. Koştular birbirlerine. Aralarındaki mesafe iki saniyede kapandı, özlemle birleşti bedenleri. Yılların özlemiyle sıkıca sarıldılar birbirlerine.
Biri “felix’’ diye, diğeri “changbin” diye ağladı. Ağlarken birbirlerininin kokularında yaşam buldular. Şimdi yaşadıklarını hissediyorlardı. Ölü ruhları can bulmuştu.
“Çok özledim seni sevgilim, çok özledim.” dedi changbin yedi yılın hasretiyle. Yedi yıldır kokusunu alamadığı, sesini duyamadığı sevgilisine özlemini anlatmak istedi tek cümleyle.
“Bende seni çok özledim. Öyle çok özledim ki…” devamını getiremeden bir hıçkırık kaçtı dudaklarının arasından.
“Neden…” dedi changbin. Tek bir kelimeymiş gibi görünüyordu fakat içinde bir sürü soru vardı. Yedi yıldır sorduğu soruları içeriyordu kısaca.
Felix anladı ne demek istediğini. Bütün sorularına tek bir kelimeyle cevap verdi o da. “Annem…” dedi sadece. Devamını getirmedi çünkü changbin anlardı dediğini.
Anlamıştıda. Soru sormadı. “Anladım.” dedi kısılmış sesiyle. Ayrıntıları sonra da sorabilirdi. Şimdi zamanı değildi.
Kollarını bir saniye bile çekmek istemediği bedenden bacağına dokunan oğluyla ayrılmak zorunda kalmıştı. Çok uzaklaşmamıştı.
Eğilip kucağına aldı oğlunu. Küçük çocuk bir eliyle changbin'in diğeriyle felix'in ıslak yanaklarını sildi. “Baba aylamayın.” dedi. Ğ'ye dili dönmemişti küçüğün.
Changbin oğluna tebessüm ederek konuştu. “Mutluluktan ağlıyoruz babacım. Asma sen suratını.” Küçük çocuğun üzgün yüzüne hitaben söyledi.
“Nasıl buldun bizi?” Diye sordu felix. Nasıl bulmuştu, nasıl öğrenmişti çocuğu olduğunu, bunları öğrenmek istedi.
Changbin, felix'in sorusuna karşın gülümseyerek oğluna baktı ve saçını okşadı. “Ben bulmadım. Changmin beni buldu.” Dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leave
FanfictionAcıyan gözler, giden yaşlar Geri gelmen için edilen dualar angst değildir