40%

221 16 4
                                    

Kısa ve saçma bir bölüm oldu telafi etmeye çalışacağım.
●○○

Liv, öldürücü bir baş ağrısıyla uyandığında fazlasıyla şaşkındı. Çünkü yerlerde kusmuk izi, bir tek cam şişe bile yok; onun yerine beline sarılan iki tane kol vardı. Kolların sahibine döndü ve içini bir sıcaklık kapladı; Michael duvar tarafına uzanmış, mavi saçları yastıkta dağılmış bir şekilde uyuyordu. Huzurluydu belli ki. Bunu nefes alışverişlerinden anlamıştı Liv. O da huzurluydu. Michael ile -nedenini bilmese de- aynı yatakta uyumuşlardı.

Yanında homurdanıp kollarını biraz daha sıkılaştıran Michael'ın göğsüne uzandı. Dün gece ne olup bittiği hakkında hiçbir şey hatırlamıyordu. Gece sarhoştu belli ki. Eğer Michael dün olanlar için kızarsa suçu vodkaya atabilirdi.

"Prenses?" diye sordu Michael. Sesi çok yumuşaktı.

"Hm."

"Dün gece neler olduğunu hatırlayabiliyor musun?" Michael alt dudağını dişleyerek sorduğunda gergindi. Hatırlıyorsa ona kızabilir, onu hayatından çıkarabilirdi.

"Hayır Michael. Neden şuan seninle birlikte yatakta olduğumu bile bilmiyorum." Liv ayaklanıp dolabına ulaştı. Bu sırada Michael, dirseklerinin üzerinde kalkmış Liv'i izliyordu.

"Dün gece beni öptün Liv." Liv bir anda donup kaldı. Sahiden onu öpmüş müydü? Yoksa sadece Liv'in hafızasını mı test etmeye çalışıyordu?

Liv, topuklarının üstünde Michael'ın yüzüne doğru döndü. Yüzünde herhangi bir duygu belirtisi aradı. Sevinç, öfke, pişmanlık veya nefret. Ama boş bir şekilde bakıyordu.

"Üzgünüm Mikey. Sarhoştum ve hatırlamıyorum. Eğer sarhoş olmasaydım emin ol ki pişman olacağım-veya olacağın bir şey yapmazdım."

"Hey Liv. Baksana, benim gitmem lazım." Michael ayağa kalkınca Liv yutkundu. Gitmesini istemiyordu. Ama ona kal derse bunu yanlış anlayabilirdi.

"Pekala. Nasılsa senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Gitmekte özgürsün Clifford." Michael başını yere eğdi. Sanki üzülmüştü. Ve Liv, onun üzülmesini istemiyordu.

"Hey Michael.." Liv, başını kaldırıp onun gözlerine odaklanan çocuğa karşı yavaşça konuştu. "Gitmeden önce.." Michael meraktan çatlamak üzereydi. "Birbirimizi tanımak adına bir oyun oynayalım mı?"

%Liv'in ağzından

"Pekala... hiç kardeşin var mı?"

"Hayır." Kendi cevabım üzerine omuz silktim.

"Sormaya utanıyorum ama..." derin bir nefes aldı Michael. "Ailen nerede? Yani sizin eve geldiğimden beri kimse buraya uğramadı ve ben, merak ettim. Ama özel bir durumsa anlatmana gerek yok cidden. Seni anlarım." sözlerini  toparlamaya çalışan Michael'a karşı kahkahamı bastırmak için yanağımın içini dişledim. Michael'ın bu hali fazlasıyla sevimliydi.

"Sorun değil Michael. Ailem beni yalnız bırakalı çok oldu. Anlayacağın, onlar öldü ve bende onların bana bıraktığı parayla bu evi aldım. Kötü olansa, onlar öldükten sonra yalnız kalıp tek dostum olan alkole sarıldım. Ve öyle görünmesem de, halimden memnun değilim."

"Üzgünüm."

"Olmana gerek yok. Bak, ben gayet mutluyum." dedim ve içten bir şekilde gülümsedim. "Beni mutlu ediyorsun Michael."

Michael'ın gülümsemesi kulaklarına varırken benimde onu mutlu ettiğimi düşündüm. Sadece bir saniye için. Çünkü ben onu hak etmiyordum ve biz birbirimizi sevmiyorduk. Biz imkansızdık.

"Sende beni mutlu ediyorsun Liv." Derin bir nefes verdi. "Benimle bu akşam dışarı çıkmanı istesem cevabın ne olurdu?"

"Hayır." dedim ve başımı öne eğdim.

"Ama neden?" Kafamı kaldırdığımda Michael beklentili gözlerle bana bakıyordu. Ve sanırım gözlerindeki belli belirsiz hüznü görür gibi oldum. Onu üzmek istememiştim. Sadece biz, olamazdık.

"Seni umutlandırmak istememiştim Michael. Öpücük içinde özür dilerim. Seni üzmek istemiyorum. Beni anladın mı?"

"Yani.. biz, olmadan bitecek miyiz?"

"Hala arkadaşız Mikey." Dedim ve saçlarını karıştırdım. Boyamasına rağmen yumuşacıktı. Benimkinin aksine.

"O zaman bu akşam film izleyelim mi, lütfen? Sinemaya gitmesek de olur. Size gelebilirim veya sen bize gelebilirsin."

Onu çok üzmüştüm. Daha fazla üzmemek için başımı aşağı yukarı salladım. Bana karşı gülümserken bende burukça gülümsedim.

"Hadi, oyuna devam edelim."

●●○

"Demek Shakespeare'den hoşlanıyorsun."

Kocaman gülümseyip başımı salladım. "Evet."

"Vay canına."

"Neden bu kadar şaşırdın? Beklediğin alkoliklerden çıkmadığım için üzgünüm koca oğlan."

"Öyle değil. Yani, duygularını öldürmeye çalışıyorsun. Ama bir yandan da dünyanın en duygulu şairinin eserlerini okuyorsun."

Omuz silktim ve sordum. "Favori şarkın?"

"American Idiot*. Ah, ve Suck It And See**. O'na da bayılıyorum."

"Vay canına." Gülmemi bastırmaya çalıştım.

"Neden bu kadar şaşırdın? Ah sanırım bu bir dejavu!"

"Barbie Girl demeni bekliyordum." Kahkahalarımı serbest bıraktım. O ise benim aksime sinirlenmiş gibiydi.

"Ben punk rock'ım! Ayrıca senden nefret ediyorum Liv!"

Gülmeyi kestim. "Pekala."

Yanıma geldi ve ayakucuma oturdu. "Liv, sadece bir şakaydı. Seni seviyorum."

"Benden nefret et ya da beni sev, ikisi de benim lehime. Eğer beni seversen, her zaman kalbinde olurum. Eğer benden nefret edersen, her zaman zihninde olurum. William Shakespeare." Ve sonra Michael'a baktım. Bana içimi ısıtan o gülümsemelerinden gönderiyordu.

Böyle yapmamalıydı.

Onu öpmek istedim.

Ama bunun yerine bana karşı gülümsemesin diye onu hafifçe itekledim. "Ben acıktım. Dışarıdan mı söylesek?"

●●●

*: Green Day'in bir şarkısı. Eminim hepiniz dinlemişsinizdir.
**: Arctic Monkeys'in bir şarkısı. Yine bilindik bir şarkı ama dinlemeyeniniz varsa öneriyorum.

4:15Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin