Askıya almıştım, ancak dayanamayıp bölüm yazdım. Umarım beğenirsiniz xx
-yasmin●○○
Evdeki eşyalarını karıştırırken bir esrar kutusu buldum. Onun bu kadar kötü alışkanlıklara sahip olması canımı yakıyordu.
Geri dönmesi neden bu kadar uzun sürmüştü? Her şeyi konuşup belki de bir sonuca varabilirdik, ama hayır, o, tüm sorumluluklarından kaçıp gitmeyi, kalıp savaşmaya tercih etmişti. Ama ben, her kahrolası zaman onun için savaşacaktım. O olmasa bile, ben, onun için savaşacaktım.
Saat 2'ye gelirken durup soluklandım. Soğuk bir geceydi. Giydiğim monta sıkı sıkı sarındım. Berem kulaklarımı örtmüştü, ara sıra göz hizama insede bozuntuya vermedim. Cebimde fazlasıyla buruşmuş kağıdı çıkardım ve tekrar okudum.
4:15 PCD havaalanı. Ne demek istiyordu? Ne yani gidecekti ve benden onu geçirmemi mi istiyordu?
Ellerimi birbirine sürttüm ve adımlarımı hızlandırdım. Evimin önüne gelince eğilip paspasın altındaki anahtarımı aldım. Kilitli olmayan kapıyı hiç zorlanmadan açtıktan sonra içeri girdim ve çamurlu botlarımı bir kenara fırlattım. Anahtarımı ise tezgahın üzerine bıraktım. Üzerimi değiştirip hemen çıkacaktım. Erken çıkmalıydım, çünkü ne param, ne de arabam vardı. Yol kısa olduğundan yürümek zor olmasa gerekti.
Odama girdiğimde kalın bir kazak ve bir o kadar kalın kapüşonlu hırkamı alıp kot seçmeye başladım. Doksan üç siyah kotumun arasından, en dar olanı seçip giydim. Dolabımın kapağını kapatıp arkamı döndüm. Döner dönmez ise komodinimin üzerindeki, gizliden gizliye çektiğim Liv'in iki tane fotoğrafı dikkatimi çekti. Kusursuz bir güzelliğe sahipti. Ama kendine yaptıklarını bildiğimden yüzümü buruşturdum. Yaklaşıp fotoğrafları çevirdim. Böylece her gördüğümde, içim parçalanmayacaktı.
Mutfağa ilerleyip, tezgahın üzerine fırlattığım anahtarımı aldım. Kapının önüne geldiğimde son bir kez notu okuyup, postallarımı giydim. Ve sonra, kendimi dışarıda buldum.
●●○
Ellerim ceplerimde yürürken, saate baktım. 03:56. Daha on dokuz dakikam olduğunu bildiğimden ve az bir mesafem kaldığından yavaşlayıp, uzun yolu tercih etmeye karar verdim. Kalabalık ana caddeden ayrılıp geceleri ıssız olduğunu bildiğim mezarlık yoluna ilerledim.
Gerçekten kimsenin olmadığı yolda, mezarlığın başına gelmiştim. Mezarlıktan ağlama ve bağırma sesleri geliyordu kulağıma. Ama uykusuzluğuma verdim. Biraz daha yürüyüp mezarlığın ortalarına doğru gelince, sesler netleşmeye ve beni korkutmaya başladı. Anladım ki, sesler hayal ürünüm değildi.
"Kes sesini!"
Sağ elimi sağ kulağıma götürüp dinlemeye başladım. Biriyle konuşuyordu sanırım.
"İyi ki öldünüz, yoksa sizi ben öldürecektim!" ağlama sesleriyle beraber duyduğum çığlıklar ürkütücü derecedeydi. "Hepsi sizin yüzünüzden oldu," dedi, sesinden algıladığım kadarıyla bir kız. "Beni siz bu hale getirdiniz. Mutlu musunuz? Bana oradan bakıp, acizliğime gülüyor musunuz?"
Mezarlığın kapısına doğru yaklaştığımda, karanlık bir silüet gördüm. Kız olduğu barizdi. Uzun, yeşilimsi (belki de ışıktan dolayı bana öyle gelmiştir.), düz saçlarını yoluyordu. Çok sinirli olmalıydı. İnsanlık dışı hareketler sergiliyordu çünkü. Biraz daha yaklaştım. Yüzünü seçmeye çalışıyordum. Tam bu sırada,bağırıp, mezarlardan birinin üstüne çöktü.
"Lanet olsun, neden burada değilsiniz?" dedi ve ellerini yumruk yaparak havada salladı. "Sizi utandırıyor muyum, anne?" ayağı kalkıp diğer mezara döndü. "Baba?"
Anne ve baba mı? Yoksa o...
"Utanmayın lütfen, şuan sarhoş değilim. İkinci defa ayığım."
"Liv?" diye fısıldadım kendi kendime. Duyarsa kaçabilirdi.
"Şey, sonsuza dek gideceğim için size veda etmek istedim aslında. Ama tek yaptığım nefret kusmak oldu. Eh, bununla da yetinebilirsiniz." Dedi ve arkasını dönüp bir sigara yaktı. "Hoşçakalın moruklar, sizi hiç sevmemiştim."
Kafasını eğerek bulunduğum yöne gelirken, transtan çıkıp, kendimi dışarı attım. O nasıl bir konuşmaydı öyle?
Kapının yanındaki betona yaslandım ve kapüşonumu örttüm. Beni tanımamalıydı.
O da, kapıdan çıkıp bulunduğum yöne dönünce uzanıp kolunu tuttum. Başta tanıyamadığı için olsa gerek ki titredi.
"Bıraksana!" diye bağırırken, sigarası yere düştü.
"Dur." dedim. Saniyesinde kımıldamayı kesip bana baktı.
"Benden ne istiyorsun?"
"Tanıyamadın mı?" dedim kafamı kaldırırken.
"Bekle, sen..." dedi, ama cümlesini bitiremedi. Kolunu bıraktım. Elim kapüşonuma gidince, onun eli de elimin üstünde bitti. Elini çekmedi. Sakince kapüşonumu açtı.
"Michael." dedi fısıldayarak. Tam bu sırada kaçmaya başladı.
"Liv, dur!" diye bağırarak onu yakalamaya çalışıyordum. Mezarlığın içine girip gözden kaybolsada, astımı olduğu için fazla uzaklaşamayacağını biliyordum. İyi ki mezarlık tek kapılıydı. Yoksa kaçıp gidebilirdi.
Olduğum yerde durup yere çöktüm. Biraz bekledikten sonra önümde bir hareketlenme görünce hazır bekledim. Beni göremeyince kapıya doğru koşmaya çalışsada, ondan hızlı koştuğum için mezarlığın kapısının önünde onu yakaladım.
"Bırak!" diye bağırıyordu. İki kolumla onu sardım. Çok hızlı nefes alıp veriyordu.
"Bırak." diye yineledi. Bu sefer sesi daha kısıktı. Nefes alışverişleri hala hızlı olduğu için biraz gevşettim kollarımı. Ama hala ona sarılıyordum.
"Kaçma lütfen."
"Michael, lütfen. Durmalısın." Sesi çaresizdi. Biraz daha bekleyip iyice durgunlaşmasını sağladım.
"Michael..." dedi, aradan geçen birkaç dakika sonra.
"Evet?"
"Üzgünüm." dedi ve kollarını bana doladı. İmkanım varmış gibi ona daha da sıkı sarıldım. Hıçkırmaya başlayınca saçlarını okşadım. Sakinleşmesini bekledim.
"Üzgünüm, üzgünüm, ben çok üzgünüm. Aptallık ettim. Ve senin hala beni sarışını hak etmiyorum." Tüm duvarlarını indirmişti bana karşı.
"Böyle söyleme. Sen, kötü bir şey yapmadın. Hepsi benim suçum. O gün sana fazla parladığımı biliyorum. Affet beni."
"Bipolar bozukluğun olduğunu biliyorum. Alttan almalıydım. Aptalın tekiyim." dedi ve durakladı. "Seni hakedecek ne yaptım bilmiyorum."
Başının üzerini öptüm. Hırıltılı nefes alışverişleri dinlerken, üzerine sinen sigara kokusu ve bana sarılmış kolları ile nirvanaya ulaştığımı biliyordum.
"Michael, bir şey söylemek için çok mu geç?" diye boğukça mırıldandı.
Sol kolumu kaldırıp saate baktım*. 04:15'ti. "Asla geç olmayacak." dedim.
"Seni seviyorum."
İşte o zaman anladım ki, biz, olmadan bitenlerden değildik. Biz, hep vardık, olacaktık.
●●●
*: Açıklama yapmam gerekirse; Liv, 'bir şey söylemek için çok mu geç?' dediği zaman, aslında saati kastetmiyor. Michael'da bunu biliyor ama dalga geçmek istercesine saate bakıyor ve 'asla geç olmayacak.' diyor. Saatin geç olmasına rağmen.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
4:15
Fanfiction'dudaklarım vodka tadında, ama sen alkolden hoşlanmıyorsun' 'kimin umrunda?' cennetten kovulan genç bir çocuk, ve onun en güzel günahı hakkında. © michaelohgod ハリケーン