4 sene sonra.
Karanfilli bir sigara yakıp çevremi izlemeye başladım. Bir aile, tam karşımda, çocuklarıyla beraber karşıdan karşıya geçiyor; bir kız ve bir erkek otobüs durağında sarılmış bekliyordu. Oturduğum bankta kıpırdandım ve daha da rahat bir şekilde yayıldım. Gözlerim kayalıklara kayınca ise bir kızın tek başına orada oturduğunu gördüm. Kollarıyla bacaklarını sarmış, uzaklara dalmıştı. Rüzgardan uçuşan saçlarını avucunda toplayıp, elleriyle yatıştırdığı sırada yüzünün soğuktan (veya ağlamaktan) kızarmış olduğunu farkettim. Ayakları çıplaktı. Sağında bulunan botları fazlasıyla çamurlu duruyordu. Muhtemelen mezarlığı ziyaret etmişti, diye geçirdim içimden. Hem bu, yüzünün kızarıklığını da açıklıyordu.
"Bence West Park'tan geliyor. Ayakkabılarına kızıl toprak bulaşmış." dedi ve izinsizce yanıma sığıştı.
"Fazla dikkatlisin." dedim sigaramı bankın benim olduğum köşesine bastırırken.
Omuz silkti. "Sen bakıyorsun, ama göremiyorsun. Tek farkımız bu."
"Peki, yüzünün kızarıklığını nasıl açıklayacaksın, Bayan Holmes?"
"Muhtemelen soğuktandır," dedi, cebinden bir sigara paketi çıkarırken. "Bu soğuğu biz aşk acısı olarak tanımlıyoruz."
Aklıma gelen sözle gülümsedim. "İçime bir ateş yerleştirdin,"
"Ve ben, sen gittiğinden beri üşüyorum."
Bankta sağa kaydım ve Liv'in yanıma iyice kurulmasına izin verdim. "Birbirimizi güzel tamamlıyoruz."
İki parmağının arasındaki mentollü sigarasını derince içine çekti. "Bu," dedi. Cümlesini tamamlamasını beklerken bana döndü ve nefesini yüzüme üfledi. "cennete gitmek kadar iyi hissettiriyor."
Ve sonra hiç konuşmadık. Hava gitgide soğurken, sadece oturduk. O, gözlerini kapamış, kendi cennetini düşünürken, kısa bir süre, bende kendi cennetimi izledim. Kürek kemiklerinin biraz altında biten sarı saçları, kemikli çene hattını tutmuş beyaz eli, onu olduğundan daha soğuk gösteriyordu. Evet, belki elleri soğuktu; ama kalbi altındandı.
"Michael, bakmayı kes. Düşünüyorum." dedi, gözlerini açmayıp, boştaki elini bana doğru savurarak. İşte, böylece cennetten atılmıştım.
Odağımı Liv'den uzaklaştırıp, henüz kayalıklardan yeni kalkan kıza çevirdim. Ayakkabılarını giyiyordu. Elleri kesik ve izlerle doluydu. Nedenini merak etmiştim. Onunda bir hikayesi vardı. Anlatılmamış, anlatılmayacak olan.
Yanımda bir kıpırdanma -ve homurdanma- hissedince kıza bakmayı bırakıp, önüme döndüm.
"Sohbetin pek güzel, Michael. Ancak eve gidip çarşaflar altında, şöminenin karşısında yuvarlanmayı tercih ederim. Geliyor musun?" ayaklandığı sırada bende oturduğum yerde dikleştim.
"Hayır, deniz kenarında biraz yürüyeceğim." dedim. Ellerini başına götürüp, bir kaptan edasıyla selam verdi.
"Akşama görüşürüz."
El salladım. Topuklarının üstünde arkasına döndü, yürüyerek uzaklaştı. Bacaklarımı hafifçe araladım. Dirseklerimi dizlerime yasladım ve gözlerimi ovuşturdum.
Henüz gitmekte olan kıza bakmaya başladım. Hikayesini gerçekten merak etmiştim.
Gelen mesaj sesiyle duraksadım, ancak odağımı kızdan çekmeden cebimden telefonumu çıkardım ve mesaj bölümüne girdim.
Kimden: prenses liv
Seni öldüreceğim.Gülümsemem kulaklarıma varırken kıza sırtımı dönüp bir cevap yazdım.
Kime: prenses liv
Ne kadar da romantik.Yazdığım mesajla birlikte bir sokak ileride olan Liv'e karşı kahkaha atıp başımı salladım. Eliyle gel işareti yapınca da, dayanamayıp ona doğru koşmaya başladım.
Cennetten atılmıştım belki, ama günahların en güzeli karşımda dururken, cehennemi harcamak aptallık olurdu.
Değil mi?
♡♡♡
Lütfen okuyun.
Bu hikayeyi gereğinden fazla uzattım, ve şimdi de finale geldik. Beğenen ve yorum yapan herkese teşekkür ediyorum. Artı bir bölüm veya ek kitap gelebilir, ancak kitap işi nisandan sonraya kalır. Bölümler en kısa zamanda düzenlenecektir.Hoşçakalın.
-yasmin
ŞİMDİ OKUDUĞUN
4:15
Fanfiction'dudaklarım vodka tadında, ama sen alkolden hoşlanmıyorsun' 'kimin umrunda?' cennetten kovulan genç bir çocuk, ve onun en güzel günahı hakkında. © michaelohgod ハリケーン