Yüz otuz altı, yüz otuz yedi, yüz otuz sekiz, yüz otuz dokuz ve yüz kırk...
Tam yüz kırk adımda otelde verilen içkili kokteyle yetişebilmiştik. İçeride yoğun bir pahalı içki kokusu vardı. Burnumu tutma isteğine yenik düşmemek adına kendimi avutuyordum. Burnum kokuya alışınca bu derece dayanılmaz olmayacaktı.
Çok kalabalık olmasına rağmen masaya oturur oturmaz görevli çocuk gelmişti.
"Bir kırmızı şarap, bir de ağır birşeyler olsun." dedi Görkem garsona.
"Peki efendim." dedi ve devam etti. "Başka bir arzunuz var mı?"
Görkem her zamanki odunluğu dolayısıyla cevap vermeyince "Hayır, teşekkürler." dedim gülümseyerek.
Garson çocuk hafifce tebessümün ardından siparişleri dokunmatik bir alete kaydettikten sonra gülümseyerek arkasını döndü.
"İçkinin dozajını kaçırıp da beni uğraştırma." Gözlerimi devirdim ve kollarımı göğsümde birleştirdim.
"Endişelenme, deneyimliyim." Yüzüme sahte bir tedbir takındım. "Sen kendine hakim ol."
Alayla güldü. "Altından kalkabileceğini hiç sanmıyorum."
Ona karşılık dudağımın kenarıyla alayla gülümsedim. Beni hiç tanımıyordu. Kanser teşhisi konulmadan önce Hazal'la geceleri evden kaçar, kaldırım kıyısında içerek sabahlardık. Sabah ise tekrar eve gelince duş alıp yatağına kıvrılırdım ve kimse ne olduğunu anlamamış olurdu.
Düşüncelerime, servis için gelen garson son verdi. Görkem kadeh kaldırdı. Bunu beklemiyordum gülerek kadehleri tokuşturduktan sonra bir yudum alıp bu pahalı içkinin tadını çıkardım.
Görkem'in bu hali pek hoşuma gitmemişti. 10 dakikadır, yaklaşık 5 kadeh devirmişti.
Saat 22.00 olmuştu. Barın mimarisine göz gezdirdiğimde ustaca aydınlatılmış, boy boy modern tablolar olduğunu farkettim. Daha önce hiç görmediğim yüzlerin yanı sıra bildiğim insanlarda vardı. Hillary Clinton, Marilyn Monroe, İndra Gandhi ve Margaret Thatcher. Resimlerden yayılan gülümseme ve huzur hemen yanındaki tabloda yerini bambaşka bir ifade bırakıyordu. Bir otelin 'barında' bu tür tabloların olması garip gelebilirdi fakat öyle bir düzen kurmuşlardı ki görüntüye cuk oturmuştu. Kafa karıştıran soyut resimler ise süslemekle kalmayıp düşündürüyordu da.
"Dans edelim mi?"
Pistteki insanları görünce öylece oturmak hiç de cazip gelmiyordu. Hareketli bir müzik vardı ve insanlar içkinin dozajını kaçırdığı için bilinçsizce hareketler yapıyorlardı.
"Saçmalama, Afra." dedi ve devam etti. "Oksijen tüpünü taktığın sürece bunu sadece hayal edebilirsin."
"Oksijen tüpümü çıkarınca 5 dakika civarında durabiliyorum." Bunu bir rekora imza atmış gibi söylemiştim.
"Tamam, git dans et."
Yüzüm asılmıştı. Ne olurdu benimle dans etmeye gelseydi?
Yavru bir köpek gibi suratına baktım ve ses tonumu biraz incelttim. Bu her zaman işe yarardı. "Lütfeeen."
"Beni nelerle uğraştırıyorsun." Çaresizliğin açtığı sert bir edayla kabul etti. Bu kabul etmek anlamına geliyordu. Ayağa kalktı ve elini tutmam için parmaklarını bana doğru uzattı. Bende elini tutup sandalyeden kalktım.
Tam piste gittiğimiz an o hareketli şarkının yerini hafif cazz müziği aldı. Tüm çiftler birlikte dans etmeye başladığında tekrar yerimize oturamazdık, artık kalkmıştık. Gözlerimiz birbirine değdiğinde içime bir güven duygusu hakim olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sonsuz Bir Deniz Kıyısı
Teen FictionAfra Duman, akciğer kanseri hastalığına yakalanmış, gördüğü yaklaşık bir yıllık tedavinin üzerinden doktorlar tarafından iyileşemeyeceği teşhisi konulmuş genç bir kızdır. Görkem Gürsoy adında genç bir adam Afra'nın son günlerini hastane köşelerinde...