Lüks bir otelin, camdan asansörü içerisinde, 12. kata doğru ağır ağır çıkıyordum. Kapılar açıldığında uzun koridorun başından, etrafa iyice baktım, kimsenin olmadığından emin olmam gerekiyordu. Kendimden emin adımlarla yürürken, bana eşlik eden tek şey, topuklu ayakkabılarımın mermer zemin üzerinde bıraktığı tok seslerdi. Keskin bakışlarla, kapıların üzerindeki sayıları takip ediyordum. Koridorun ortalarındaki bir odanın önünde durdum. 106 sayılı otel odası, başladığım işi bitirmek için uğradığım son duraktı.
Büyük bir soğuk kanlılıkla kapıyı çalıp, yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim. Çok beklemeden kapı açıldı,
"Algın, hoş geldin hayatım."
Karşımdaki adam çakır gözleriyle, pis pis bütün vücudumu süzdükten sonra, beni içeriye davet etti. Ne yazık ki, aklından geçen şeylerle, bu gece yaşayacakları arasında dağlar kadar fark vardı.
Bütün kıvraklığımı sergileyerek içeriye girip, sakallı yüzüne bir öpücük kondurdum.
"Çok güzel görünüyorsun."
"Biliyorum." derken, üzerine saten örtü örtülmüş yatağın üzerine kendimi attım. Aynı pis gülümsemesiyle, odanın içindeki başka bir odaya ilerlerken, bende odanın içerisine göz attım. Yatağın iki kenarına yerleştirilmiş loş lambalar, odaya ayrı bir zenginlik katıyordu.
"Ölmek için fazla lüks bir yer."
"Efendim hayatım? Bir şey mi söyledin?" derken, elindeki içki kadehleriyle bana doğru ağır ağır yaklaştı.
"Bu gece..." dedim, "...fazla güzel bir gece olacak."
"Seni tatmin edeceğim." Kırmızı şarabı bana doğru uzatıyordu. Tırnaklarımı kolundan doğru hafifçe kaydırarak, kadehi parmaklarımın arasına aldım. Uçkuruna düşkün bu adam için, güzel bir hayal kırıklığı olacağımı biliyordum.
"Biraz sarhoş olmak ister misin?"
Vahşi gözlerle ona bakıp, elimdeki kadehi yudumlarken, şarap kadehini göğüs dekolteme döküp, bardağı yere bıraktım. Bir kedi yavrusu gibi, ellerimin üzerinde ona doğru giderken, dudaklarımı kulağına gömdüm.
"Sabredemem..."
Başımı geriye doğru çekip, mavi gözlerine baktım. Ellerim değil ama, sözlerim çoktan tüm vücuduna dokunmuştu bile.
Sağ eli saçlarımı sertçe kavrarken, boynumu öpmeye başladı. Dudakları, dudaklarıma yaklaştığı an, sol elimle saçlarımı kavrayan elini tutup, "Bana bırak." dedim.
Zevkle gülümserken ne kadar zavallı olduğunu düşündüm. Bazen işlerin bu kadar kolay olması garip bir şekilde canımı sıkıyordu. Yatağa doğru itekleyip karnının üzerine oturdum, fısıldıyordum.
"Benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Hayatımın anlamısın sen!"
Küçümseyerek bir kahkaha patlattım. Ellerim narince boğazına doğru kaydı. Şah damarı, "Hadi!" dermişcesine, parmaklarıma çarpıyordu.
"Kaç kişiyi öldürdün?"
Zevkle bakan mavi gözleri, bir an için korku ile büyüdü. Tırnaklarımı boynuna bastırırken, sorumu yeniden sordum.
"Kaç kişiyi öldürdün?"
Gözlerinde korku sinyalleri yansa da, sözleri beni tehdit ediyordu. Başına geleceği bir şimşek çakması gibi aniden kavramıştı.
"Çok. Eğer bana bir şey yapmazsan, çıkıp gitmene izin veririm. Ama eğer bir şey olursa, burnum bile kanarsa, adamlarım seni yaşatmaz."
Öfkeyle gülümseyip, boynunu sıkmaya başladım. Şah damarını bu sefer daha iyi hissedebiliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÇAKIL TAŞI
ActionSiyah; karanlıktır, korkudur ve yalnızlıktır. Taş ise ağırdır, çoğu zaman yüktür, kaldırmak zordur. Ben karanlığın içinde, korkularımla ve sırtımdaki yükümle yalnız kaldım. Benim adım Algın Soykan, nam-ı diğer, Çakıl Taşı.