Gözlerimi araladığımda Ankara'ya çoktan girmiştik. Sırtımda ve boynumda yoğun bir ağrı hissediyordum ancak umursamadan başımı Barlas'a çevirdim. Uykusu olduğu her halinden belli oluyordu ve biraz gözlerinin kızardığını fark ettim.
"Saat kaç?" dedim ancak sesim fısıltı gibi çıkmıştı. Gözlerimi açamıyordum, görüntüleri kirpiklerim süslüyordu.
"Altı buçuk, günaydın." Gözlerini bana çevirdiğinde minik bir tebessüm dudaklarında boy gösteriyordu.
Bir şey söylemeden oturduğum yerden iyice doğruldum ve sanki sırtımdaki kemikler yerine oturmuş gibi kütürdedi, derin bir esneme kulaklarımın içini doldurdu. Gözlerimi yeniden Barlas'a çevirdim, geri kalan yolu sürebileceğimi söyleyecektim ancak zaten İn'e yeterince yaklaşmıştık.
Sırtımı yeniden sıcak koltuğa yaslayıp, camı sonuna kadar açtım. Ankara'nın sabah soğuğu arabanın içine doldu, içerisi soğuk kokuyordu. Üşüyen kollarımı birbirine sardım, saçlarım rüzgarın etkisiyle dört nala uçuşuyordu.
Çok geçmeden, İn'in topraklı yoluna girmiştik bile.
"Gizli bagaja mı park edeyim?"
Camı geri kapatırken, "Gerek yok," dedim, "Şef gelirse burada olduğumuzu bilsin."
Rastgele bir yerde durup, arabadan indi. O sırada bende kapıyı açıp iyice esnedim, hala uykuluydum.
İn'in kapısına geldiğimde Barlas çoktan içeriye girmişti bile. Kapıyı aralayıp içeriye baktım, köşedeki koltuğa bu sefer o yatmıştı ve çoktan derin bir uykuya dalmış gibi duruyordu.
Ses çıkartmamaya özen göstererek, mutfağa gidip bir bardak su doldurdum. Soğuk su boğazımdan mideme doğru akarken, dün gece olanları ve hatıralarımı yeniden gözlerimin önüne serdim. Unutmam gerekirdi, en azından bir süreliğine. Unutmasam bile, bu denli hatırlamamalıydım. Hata yapmak istediğim son şeydi ve kafamın yoğun olması bana sürekli hata yaptırırdı.
Boş bardağı tezgaha bıraktıktan sonra, salona ilerleyip, tahta sandalyeye oturdum. Cevdet Köhne... İçimdeki alev sönmek yerine, bu ismi her tekrarladığımda ya da her aklımdan geçtiğinde güçleniyordu. Ona bir an önce ulaşmalı ve hakkından gelmeliydim. Oysa elimde ona ait adından başka hiçbir şey yoktu. Ne resmi, ne nerede yaşadığı, ailesi, yaşı... Hiçbir şey, elimde adından başka hiçbir şey yoktu. Bu hayalet aramaktan farksızdı ya da samanlıkta iğne aramaktan... Ancak yılmayacaktım. Belki o beni bilmiyordu, kim olduğumdan bir haber bir yerlerde yaşıyordu. Ancak ben onun ateşiyle alev alev yanıyordum.
Başımı arkaya doğru atıp derin bir iç çektim. Hala yaşıyor muydu? Bunu bile bilmiyordum.
Kafamdaki düşünceleri dağıtmak için, raftan her zaman okuduğum kitabımı alıp yeniden sandalyeye oturdum. Aşk kitabıydı, benim için fazla uygun sayılmazdı ancak içimde bir yerlere dokunmayı başarıyordu.
Yaklaşık yirmi sayfa kadar okuduktan sonra sandalyeden kalkıp Barlas'a baktım. Üşümüş gibi, iki büklüm uyuyordu. Mutfağın yanındaki odaya ilerleyip, yatağın üzerindeki battaniyeyi kucakladım ve Barlas'ın üzerine örttüm. Battaniyeyi hemen sahiplenmiş gibi kendine doğru çekti ve sırtını bana doğru döndü. Yüzünün sol tarafına baktım, morlukları neredeyse geçmek üzereydi. Karnındaki morluk ne durumdaydı bilmiyordum ama onunda geçtiğini düşünüyordum.
Alnındaki derin çizgilerin hiçbir zaman geçmediğini fark ettim. Küçüklüğünden beri hep böyle miydi acaba? Ancak şunu söylemeliydim ki, bir katil için fazla güzel bir yüze sahipti. Ben kurbanlarımı güzelliğimle aldatırken, onunda yakışıklılığıyla aldatabileceğini düşündüm. Acaba hiç kadın öldürmüş müydü?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÇAKIL TAŞI
ActionSiyah; karanlıktır, korkudur ve yalnızlıktır. Taş ise ağırdır, çoğu zaman yüktür, kaldırmak zordur. Ben karanlığın içinde, korkularımla ve sırtımdaki yükümle yalnız kaldım. Benim adım Algın Soykan, nam-ı diğer, Çakıl Taşı.