Salı günü sabah Mustafa'nın telefonu ile uyandım. Saat 8.15...
-Günaydın İpek Hanım. Umarım bugünkü randevumuzu unutmamışsınızdır.
"Günaydın!" dedim esneyerek. "Unutmadım. Sabah değildi sanırım."
-Hayır değildi. Saat 14.00 de dersimiz başlıyor. Sizinle daha erken buluşabilirsek hem öğle yemeği yeriz, hem ders hakkında konuşuruz.
Hımm. Demek beni yemeğe davet ediyor. Güzel bir aşama.
-Teşekkür ederim. Kaçta gelmemi istersiniz?
-Saat 12.30 da fakültenin önünde olursanız çok sevinirim.
"Görüşmek üzere..." deyip kapatıyorum. Biraz daha yatakta tembel tembel yatıp konuşmamızı düşünüyorum. Sonra düşünceleri kovuyorum. Allah korusun! Ne olur ne olmaz. Aşk da böyle bir şey işte. Bir kişiye odaklanmakla oluyor. Aşk düşüncelerden ibaret. Kişi düşüncelerden çıkınca aşk da bitiyor. Mesele düşünmemekte... Düşünceleri kovup banyoya gidiyorum. Duş aldıktan sonra mükellef bir kahvaltı yapacağım. Gün güzel başlasın.
Saat 11.00... Hâlâ kıyafet seçemedim. Ne giysem? Ne giysem? Dolabın yanındaki koltuğun üstünde bir kıyafet yığını oluşmuş. İlk giydiğim yırtık kotu tekrar geçiriyorum. Bu olsun. Gençlerin arasına gideceğim, genç görüneyim. Üstüne ne giysem? Allahım bir de erkek arkadaşım olsa hepten hapı yuttum. Her gün bu çekilir mi? Ne giysem derdi. Sinirlendim işte. Dolabın rafında katlanmış duran tişörtlerden birini çekiyorum. Bunu giyeceğim. A,yeter.Kasamam. Arkası uzun, önü göbeği açıkta bırakan bluzu geçiriyorum. Önünde bir İstanbul silueti basılı. Siyah siluetin üstünde güneş batmakta. Bir tek güneş renkli. Kırmızı ve turuncu tonlarında. Eh! Hiç de fena değil. Hafif bir makyajla öğrencilerden farkım kalmaz. Tam on ikide evden çıkıyorum. Metro, oradan Marmaray'a geçerim. Sirkecide insem. Bir taksiyle Laleli. Geldim bile. Tam biri on geçe İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin önündeyim. Ataşehir'den Sirkeci'ye gelmem kırkbeş dakika sürüyor. Üstelik dünyanın yolu. Sirkeci den Laleli yirmi dakika. Yürüseydim olacakmış. Telefona elimi atıyorum, o sırada çalmaya başlıyor. Gördü mü geldiğimi ne?
-İpek Hanım geldiniz mi?
-Geldim. Fakültenin önündeyim.
-Peki orada bekleyin.
Telefonu kapar kapamaz arkamda bir ses:
"Hoş geldiniz İpek Hanım" dedi.
Ne çabuk gelmişti. Neredeydi? Hiç farketmemiştim.
-Hoş bulduk.
-Nasılsınız? Yürüyelim, yürürken konuşuruz. Yemek için çok vaktimiz yok.
Veznecilere doğru yürüyoruz. Okul sıralarında karış karış gezmişimdir burayı. Beni götüreceği şık bir restoran yok bildiğim kadarıyla. Bir iki esnaf lokantası, kebapçı, çoğunlukla büfeler vardır. Bakalım nereyi seçecek? Eski bir binanın önünde duruyoruz. Bildiğim bir yer değil. Benden sonra açılmış olacak. Taş yapı restore edilmiş. Kemerli giriş otomatik açılır kapanır kapı haline getirilmiş.İçerisi beni şaşırtıyor. Otantik kilimler ve bakırlarla tarihsel hava katılan bir mekân. Şık, dantelli örtülerin süslediği masalar. Taş duvarlarda aplik olarak gaz lambaları asılı. Bindallı giysileri içinde kızlar hizmet ediyor. Duvara dayalı alçak masaya oturuyoruz. Minderlerle çevrili yer sofraları da mevcut. Güler yüzlü bir kız ferman şeklindeki menüyü getiriyor. Mustafa kulağıma eğilerek "Kanuni Kebabını tavsiye ederim." diyor. "Buraya özel." Mustafa'yı kıracak değilim. Gönlü olsun! Hatır için Kanuni'yi de yeriz ne olacak. Kanuniler gelene kadar öğrencilerden ve bugünkü programdan bahsediyoruz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SES
Adventureİpek, İsviçre'den bindiği uçakta yakışıklı bir akademisyenle tanışır. Ne yazık ki yolculuğunun sebebi amansız hastalığına çare bulmaktır. Beyninde büyüyen tümöre karşılık hastalığa aldırmaz tutumu yakınlarını endişelendirmektedir. Hiç ummadığı and...