TİK TAK TİK TAK

217 29 10
                                    


                                                                                                                             "Bir Profesör'ün son dersi."
Tik tak tik tak
İşte geldi vakit bak
Saat on üç sıfır beş
Tepemizde duruyor güneş
Tik tak tik tak
Günler geçiyor saçlar ak
Zaman konuşuyor tik tak tak
Tik tak tik tak
Vakit geldi işte bak

Diline dolamıştı son günlerde bu saçma ve bir o kadar da can sıkıcı sözleri. Aslında ne saçma ne de can sıkıcıydı sözler. Sadece yorgun ve hüzünlüydü gözler. Bugün eğitim öğretim hayatına veda edecekti. Elbette bugünü bir ömür boyu düşleyecekti. Bugün öğretmenin lezzetini son defa tadacaktı. -ecekti, -acaktı bugün bunları son defa anlatacaktı.

Son dersinin son hazırlıklarını yapıyordu. O mavi ve her zaman düzenli dosyasını son defa ders notları ve programı ile doldurmuş; siyah, yılların eskimeyen dostu, emektar çantasına yerleştiriyordu. Siyah ceketini beyaz gömleğinin üzerine çekmiş, kravatını sıkıştırarak bir eli ile çantasına sımsıkı sarılmış bir eli cebinde yavaş yavaş kapıya doğru yöneliyordu. Sanki arkasından "güle güle" der gibi saat tik tak tik tak sesler çıkarıyordu.

Odadan çıkmak üzere iken döndü ve son defa baktı anılar dünyasına son elli yılın ev sahipliğini yapan tatlı ve sessiz odasına. İstemeye istemeye kapattı odasının kapısını. Ağır adımlarla koridorda yürüyor, kim bilir aklından ne düşünceler geçiyordu. Sanki ayak sesleri sessiz koridoru dövüyor, saatin tik tak tik tak sesi ile anlaşmışçasına "ak saçlı"ya işkence yapıyordu.

Dile kolay elli yıl bitmiş, ayrılık vakti gelmişti. Daha ilk geldiği o günleri hatırlıyor, duvarlara sinmiş anıları topluyordu. Kolay değildi yıllar sonra duvara sinmiş anıları toplamak. Bazı anılar güneş gibi sıcak, ay gibi parlaktı. Gül gibi narin, bayrak gibi kutsaldı. Bazı anılarda vardı hiç kuşkusuz diken gibi sert, deniz gibi dalgalı. Ama hangi anı olursa olsun yüzünde bir tebessüm bırakıyordu.  Acısı da tatlısı da birikiyordu bir çorba kazanının içinde. Sanki acı ve tatlı anılar yetmezmiş gibi bir de 'çorbada bizimde tuzumuz olsun' deyip tuz katanda vardı eski ve eskimeyen anılar arasında.

Geçiyordu günler dakika dakika, gün gün, hafta hafta ve adım adım. Yaklaşıyordu adımları Z-08 nolu dersliğin kapısına. Vakit gelmişti. Saat on üç on beş olmuş, sınıf tıklım tıklım dolmuştu. Her zaman derslere saatinde girmeye özen gösterir, bekletmeyi sevmezdi. Her zamanki dik duruşundan ödün vermeyip kibar ve sakin bir beyefendi gibi yarısına kadar açık olan kapıyı ardına kadar açtı. İlk önce arkadan başlayıp göz gezdirerek tüm sınıfı yokladı. Sonra kendinden emin adımlarla sınıfın ortasına kadar yürüyüp güler ve içten bir şekilde 'merhaba hanımlar, merhaba beyefendiler' diyerek masaya doğru yöneldi. Dili olsa hiç kuşkusuz tek başına bir anı kitabı oluşacak kadar anıya şahitlik etmiş olan siyah, mütevazı çantasını masanın üstüne koydu. Bir yandan çantasının içinden sanki tüm okyanusları içmiş de kendisine huzur veren dosyasını çıkarıyor, bir yandan da ara ara sınıfa tebessüm ediyordu.

Bugün her şey biraz daha farklıydı. Önceki günler geçmişte kalmış, yarınlar gelecekte var olmuş, şimdi ise gelecek ve geçmiş arasında hapsolmuştu. Bugün her şey biraz daha farklıydı. Önceki günler geçmişi yad ediyor, gelecek yarınları inşa ediyor, şimdi ise geçmiş ve gelecek arasında köprü kuruyordu. Şimdiyi ne geçmiş kendinden bir parça olarak görüp bağrına basıyordu ne de gelecek şimdinin geleceğinden ümit ediyordu. Ama herkes istese de istemese de anı yaşıyor, daha doğrusu yaşamak zorunda kalıyordu.

Ne önemi vardı ki artık onun için geçmişteki anların. Eski bir odada, eski bir çerçeve içinde, eski bir fotoğraf karesi olmaktan başka. Ne önemi vardı ki artık onun  için gelecekteki hayallerin. Girilmesi gereken bir ders, verilmesi gereken bir ödev, okunması gereken bir sınavdan başka.

Ne yazık ki elinde sadece 'şimdi' olarak nitelendirdiği saniyeleri hatta ve hatta saliseleri vardı. Onlarda akrep ile yelkovan arasındaki tatlı kovalamacanın bir döngüsünü oluşturarak tik tak tik tak sesleri arasında her tik'i bir sonraki tak'tan ayırmaya çalışıyordu. Yani ayrılık kaçınılmazdı.

Ama yine de mutluydu, huzurluydu. En önemlisi de gururluydu. Bugüne kadar bir sürü öğrenci yetiştirmiş, her birini Anadolu'nun her bir köşesine göndermişti.

Tüm öğrencilerini yeri gelir topraktan dünyaya yeni yeni göz kırpan bir filiz, yeri gelir gür ve dinamik bir fidan ve yeri gelir ağırbaşlı, artık meyvesini vermiş olgun bir ağaca benzetirdi. Bu sebepten dolayı da her dersinde "Toplumlar büyük evlatları ile nefes alıp verirler." der hatta hissettirirdi.

Ama yine de sevinçliydi, inançlıydı. Bugüne kadar nice filizleri fidan yapmış, nice fidanları ağaç olarak olgunlaştırmıştı. Yeri gelmiş toprak olmuş, yeri gelmiş güneş olmuştu. Ne filizleri fidan olurken budamış, ne de ağaç olurken fidanların dalını kırmıştı.

Geçmişte filizleri fidan olurken budamadığı ve ağaç olurken fidanların dalını kırmadığı için şimdi onların gölgesinde dinleniyor; gelecekte ise toplumların büyük evlatları ile nefes alıp vermesini dört gözle bekliyordu. Tüm bunların umudunu ise şimdi karşısında duran, amfiyi tıklım tıklım dolduran öğrencilerinden alıyordu.

Ve saat her şeye rağmen tik tak tik tak sesler çıkarmaya devam ediyordu.

-SON-








































YELKOVANIN ARDINDANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin