(5)

65 4 6
                                    

(Koyu yazılan yazının ardından hikâyeyi, şarkı eşliğinde okumanızı öneririm)

"HAYIR!"
Uçan turuncu peleriniyle inci döşemeleri basamaklardan uçarcasına indi ve ikizinin son derece gösterişli erguvan rengi elbisesini çekiştirmeye başladı. Endişeli görünüyordu. Belki de gelecekte yaşanacak olaylar için biraz mahcup.
"Böyle bir şey yapamazsın!" dedi ve ablasının eteklerine eğiliverdi turuncu pelerinli.

Gözlerinde bir galaksiyi yaşatıyordu. Belki de tahmin edilemeyecek kadar çok canlı barınıyordu. Gözlerinde, bir hayatı yaşatabilecek kadar güçlüyken, ikizinin eteklerinin dibinde bu kadar güçsüz ve çaresiz görünmesi... İnsanları cesaretlendirebilirdi belki de.

"Bu, onun kaderi." dedi ikizi. Yerlerde sürünen kardeşine bakmadı hiç. Ne olursa olsun, gerçekleşecek bir kader, tutulması gereken bir söz vardı.

"Onun ölümüne sebep olacaksın!" dedi ve hıçkırmaya başladı turuncu pelerinli ikizi. Üzüldüklerinde hep böyle tepki verirlerdi.

"Bu onun kaderi. O, çok güçlü ve kararlı. Eminim üstesinden gelecektir."
"Onun hiçbir şeyden haberi yok! Onun üstüne bizim günahımızı yüklüyorsun!"

"Ona zarar gelmeyecek!" dedi erguvan pelerinli ikizi. Her ne kadar böyle söylese de, o da endişeliydi. Ama endişesi, maalesef sadakatinden üstün değildi.
***
Uyandım. Açık pencereden gelen, sert esen rüzgarlara dayanamayıp, ağacının dallarından bir bir kendini yere atan kuru yapraklar, ıslak toprak ile birleşip ortaya muazzam kokuyu çıkarmışlardı. Hiç beklemeden taze kokuyu ciğerlerim bayram edene kadar içime çektim. Taze ve tatlı bir kokuydu. Ölümün tatlı kokusu.

Ölümden sürekli bahsetmem çoğu insana tuhaf geliyor. Özellikle bal rengi gözlerini parlatmaktan hiç esirgemeyen ablama... Halbuki, biz ölümü yakından tanımış bir aileydik.

Aklımdan, insanın canını sıkmakta son derece başarılı olan kelimeyi çıkardım ve yere son derece yakın, boyumdan iki santim kısa yatağımdan kalktım. Bugün kampa gidecektik. Hazırlanmam gerekiyordu.

İçimde, nedenini bilmediğim, bir hüzün vardı. Sırtıma, sanki iki ev yüklenmiş, ve onu yıllarca taşımak zorunda kalmışım gibi bir his. Boğazımı sıkan hayali ipten bahsetmiyorum bile.

Evet, dışarıdan bakıldığında, gayet normal bir yaşam süren, gamsız, umursamaz, belki de egoist bir erkek gibi görünebilirim. Ama yalnızca dışarıdan bakıldığında. Ne gamsızım, ne de kendimi aşırı önemseyecek, yüceltecek kadar egoist...

Aslında, kendimden nefret ettiğimi bile söyleyebilirim. Belki daha da fazlası...

Nedenini bilmiyorum. Kalbim ağrıyor. Nefes aldığımda, gözlerim dolmaya başlıyor sebepsiz. Belki de çok fazla sebep barındırıyor, seçemiyor hangisi için dökülen göz yaşlarını.

Üşüyorum da. Son kez esen sonbahar rüzgarları hiç üşütmezdi beni. Gökyüzüne sahip kara bulutlar yüzünden... Hiç kırgın hissetmemiştim.

Evet. Ne söylemeliyim ki? Çok fazla anıyı saklıyorum içimde. Hepsini... Hepsini silip atmayı, bir daha asla hatırlamamayı o kadar isterdim ki... Olmuyor işte. Yapamıyor insan yalnızken.

Biliyorum, ablam var dünya güzeli. O gerçekten... O kadar asil ki... Bir gün olsun, bakıra dönen kahverengi saçları, kar gibi tenine değerken, o hiç kirletmedi göz yaşlarıyla beyaz tenini... Ya da temiz saç tellerini... Hep güçlüydü. Hep sakindi. O hep... Nasıl olması gerekiyorsa... Öyleydi işte. Hiç isyan etmezdi. Kabullenir, ve çözüm üretirdi. Güzel kadınım.

İşte... Var yani bir acım. Yine saçmalıyorum bir şeyler. Kendime bile kabul ettiremiyorum acılarımla yüzleşmeyi. Neyse. Olsun...

Ve birden burnuma yeni demlenmiş çay kokusu geldi. Birkaç dakikanın ardından, kavrulmuş kahve kokusu eşlik etti güzel Karadeniz çayına. Ulan... Şu hayatta ne güzel şeyler vardı yine de be...

Bu kadar güzel kokunun ardından billur gibi bir ses duyulmasaydı, huzur bulur muydu insan? Özellikle "Evren! Kalk kahvaltı hazır. Bak valla pastırma da aldım." cümlesindeki "pastırma" kelimesine ne demeli? Tamam, biraz tuhaf oldu bu kadar lafın ardından pastırma... Ama, pastırma be... Gönül ferman dinlemiyor.

Odadan çıkmadan önce üstüme beyaz ve lacivert ipliklerden örülen hırkamı sırtıma aldım. Malum. Bugün Evren Bey üşüyor.

Gıcırdamasıyla insanın psikolojisini bozan ahşap merdivenlerimizden inip, ışık hızıyla kahvaltı sofrasına yerleştim... Of... Ya... Biyolojiden, din dersinden kalmak falan kötü de... Ya pastırmasız , su böreksiz, çıtır çıtır peynirli poğaçasız bir kahvaltı sofrasına otursam bir gün... Çok kötü ya ben daha fazla hayal etmek istemiyorum.

Ablam, mutfaktan incecik bileğiyle çaydanlığı destek almadan koşarak getirirken, ben o sırada aynı anda nasıl su böreğiyle hindi salamı, Ezine peynirini ve pastırmayı ağzıma tıkabilirim onu düşünüyordum. Şimdi bu kadın bana pis pis bakmakta haklı yani.

"Bak Evren. Bir konuda anlaşalım. Çatalı peynire batırdıktan sonra, reçel tabağına daldıramazsın."

"Abla reçeli nasıl yiyeceğim o zaman? Ya benden ne istiyorsun? Ne yapayım zihin gücüyle falan mı yiyeyim reçeli?"

"Of... Ne bileyim. Yap bir şeyler. Valla reçelin içinde peynir görürsem gebertirim seni."

"Ya, iyi, tamam Allah, peygamber aşkına yemek yemek istiyorum. Ne olur on beş günlük tatilimin mutluluğundan çalma."

Ve katil bakışı yedim. Üstelik tam da bardağına çay doldururken... Affet ne olur...

"Bana bak. Vallahi burada üçüncü sayfa haberi çıkartırım Evren. Beni delirtme."

Şu saça başa bak. Şu giydiği pamuklu, benekli geceliğe, ayağına giydiği ayıcıklı terliğe bak. Hele pijamasının paçalarını çorabın içine sokmuş olması... Allah affetsin be abla... Ne günah işledin... Hangi gıybetin sonucunda böyle oldun sen ya? Diyemedim bunları tabi ki, saçmalamayın.

"Peki ablacım. Nasıl istersen. Sustum."
Yok öyle bir şey. Gayette konuşuyorum yani.
***

"Evren. Bana bir ara hatırlat, ağzını burnu kıracağım."

Hadi kıvır Evren, oğlum. Bunu da kıvır. Senin nerdeyse otuz yaşına girmiş, hala bekar ablan var. Sen neler yaşadın.

"He-he. Şimdi, canım kardeşim Alaz. Fena mı oldu canım Türkiye'min cennet kokan topraklarını karış karış gezdiğimiz?"
"Lan ne karış karışı? Lan geldiğimiz yer Kemerburgaz. Oğlum ne gezmesi lan? Buraya erkek meslek liseliler kız arkadaşlarını getirmiyor. Evren sus, ağzını burnunu kırarım, Alya'ya da, ablana da rezil olursun."
"Alya tanıdık ya sorun olmaz."
"Lan ablan ecnebi mi? Oğlum, Allah aşkına sus. Sabah ne yedin de böylesin sen lan?"
"Ya ablam bir pastırma almış. Ya anlatsam ağlarsın. Yemin ediyorum böyle bir şey olamaz ya."

Bunlar hep ortamı yumuşatma taktikleri. İyi de rezil oldum hanımlara. Sayemde iyi eğlendiler. Hadi yine iyisiniz.

"Alazcığım, serbest canım. İstediğin kadar dövebilirsin. Bana da yalan söylemiş eşşek. Evren, hani Alazlar'ın bir işi yoktu?"

Ya hepiniz birden gelmeyin. Zaten hava soğuk, zaten yerler çamur. Bir adım atıyoruz, bir seksen boyumuz bir elli oluyor. Bu ortamda nasıl mücadele edeyim sizinle?

"Hayret bir şey. Dua et, buralarda iyi kötü bir kulübemiz vardı. Ulan olmasaydı yemin ederim, kamp yaptığımızda kurt falan gelseydi yem diye seni atardım."

Merhaba!! ^^ Öncelikle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!! :) Tabi ki çarşamba yayınlarım dedim ve cuma yayınladım. Ama gerçekten çok zorlanıyorum. Çünkü, bir anda geliyor yazma isteği ve ben canı istediği zaman yazabilenlerden değilim. Sanki karakterlerim yaşıyor, ben de kaleme döküyormuşum gibi ... Şimdi, bu bölüm de aşırı uzun değil. Ancak bilerek böyle yaptım. Valla üşenmedim ya! Eğer beşinci bölüme buradan devam etseydim, 3 bin, 4 bin kelime falan olurdu. Olaylar ard arda yazmak zorunda kalırdım. Ama sevdim ben bu bölümü. Gülerek yazdığım doğrudur. Sizden isteğim, ne olur çok fazla " Ne zaman gelir? Hani nerede? Ee ? " gibi sorulara maruz bırakmayın. Gerçekten stres oluyorum ve yazarken çok korkuyorum. Rüyalarda buluşalım! :)

LiyaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin