Cevapsız

16 7 0
                                    

Sesler, görüntüler kadar karanlıktı. Sesler buğulu bir hal alırken hala gelmeyen görüntü zihnimi karıştırıyordu. Bir süre böyle devam etti. Boşlukta yankılanan sesler... Bir süre sonra ışık kendini gösterdi. Yavaşça gelmeye başlayan ışık sanki evreni aydınlatıyordu. Keskin acı kendini tekrar hatırlattı yine ve bulanık zihnimi bir bıçak gibi kesip gerçek dünyaya çıkardı beni. Sesler sahiplerine, kelimeler anlamlarına kavuştu sonunda. Evet bayılmıştım, ve evet yine... Bunu kavramıştım fakat hareket etmek istemiyordu bedenim. Sesler iyice tanıdık geldi sonunda.

"... bana kalırsa götürmeliyiz İdil. Önceden hiç bu kadar süre baygın kalmamıştı."  İdil'in tanıdık sıcak sesi geldi sonra " Her seferinde gittik, kızı iğnelerle delip binlerce tahlil yapıp kusura bakmayın bir şey göremedik demekten başka bir şey yapmadılar. Ona eziyetten başka bir şey değil. Hem baksana şuan ..." O sırada bana döndü ve uyandığımı gördü. Direk koşarak yanıma geldi " Tatlım, iyi misin?"
Dylan sırtımdaki yastığı dikleştirdi. Biraz daha toparlanarak " İyiyim. Her zaman ki gibi işte. Sanki tüm kemiklerim kırılıp yeniden birleştiriliyormuş gibi. Acısı bir an mideme kalbime oturuyor gibi olunca vücudum dayanamıyor işte. Ağrıları azaltıcı haplarımı son olaylardan sonra pek..." İdil hemen anne moduna girerek "Bir gerizekalı için haplarını ihmal ediyorsun Debbie. Cidde'n!! "
Dylan kolumu tutarak babacan bir şekilde gülümsedi. O an çok şanslı olduğumu anladım. Yanımda her zaman benim için endişelenen, merak eden medya ve salak magazin grubu dışında iki tane sağlam dostum vardı. O an aşk acısı, bedenen çektiğim acılar boş geldi.
"Tamam. Özür sizi de üzdüm boş yere." Dedim Kedi Yavrusu No. 2 adlı bakışımı kullanarak.

"Size doyum olmaz tatlişlerim ama duş alıp hazırlanmam ve diş muayenehaneme gidip bir kaç özel eşyamı almam gerekiyor üstelik pasaportum da orada."
Dylan "Saçmalama bu halle mi? Ben giderim." Dedi. Minnettar bir ses tonu takınarak  " Teşekkürler ama cidden iyiyim alıştım ben üstelik. Sorun yok." Diyip sarsılmamaya çalışarak ayağa kalktım. Dylan ağzını tam açıyordu ki alelacele "Teşekkür ederim" diyerek banyoya gittim. Benden anahtarları almadan gidemezdi sonuçta. Ve o muyanehaneye benim gitmem gerekiyordu. Steven'in resimlerini koyduğum birkaç çerçeve vardı. Onları Türkiye'ye gitmeden kaldırmam gerekiyordu. Geldiğimde onu aşmış olucaktım, kendimi koşullandırmıştım. Onu iş yerimde görmek saçma olurdu. Can acıtırdı en fazla.

Haplarımı metal gri bardağa su koyarak içtim. Acılarıma son vermek için değil geçiştirmek, hissettirmemek içindi bu yuvarlak sarı medikal şeyler. Duşumu alıp saçlarımı kuruttum. Odama geçerken tabi ki bizimkilerin Dylan'ın odasına çekildiğini gördüm. Ah şu oynaşık şeyler... Aşk güzel şeydi tabi. Parantez içinde çoğu zaman, doğru kişiyle, doğru zamanda, güzel şartlar altında. Her koşulun tamamlanması gerekiyordu. Yoksa tam anlamıyla bir fiyasko yaşanabilirdi.

Kot pantolon ve beyaz gömleğimi giyip saçımı at kuyruğu yaptım. Makyaj bile yapmadan çantamı alıp evden çıktım. Muayenehanem evime pek uzak değildi ama yine de yeni baygınlık geçirmemin bana verdiği yetkiye dayanarak küçük arabamla gitmeye karar verdim. Hayır uyuşuk değildim, evet rahatsızdım. Hem hava da her an yağmuru boşaltacak gibiydi. Eski model Toyota'ma bindim. İlk aldığımda kapısı bile tam kapanmayan arabamı zar zor toparlayıp insan taşıyan bir taşıta çevirmem biraz zamanımı almıştı. Benim bu eski ama benim çok sevdiğim arabamı kullandığımı gören gazeteciler " Yasaklı ünlü profesörün kızı önce kırmızı halıdan sokaklara, sonra Audi'den hurdaya düştü!" diye haber yapmaktan geri kalmamışlardı tabi. Kırmızı halı dedikleri babamın ödül törenleriydi. Evet Audi'de kullanmıştım ama cidden hiç bir eksikliğini hissetmiyordum. Bazı insanlar bu ani düşmeden çok etkilenebilirlerdi belki ama bende o yoktu. Sanki annem benim etkilenebilme potansiyelimi de kendi üstüne almış gibiydi. Onu toparlamak uzun sürmüştü ama ben halimden memnundum. Eski Toyota'm her zaman ki gibi ilk kontağı çevirdiğimde çalışmadı. Hatrı sayılır derecede uğraştıktan sonra, sonunda bizim eski dostu çalıştırıp yola çıktım.

Muayenehanem benim için çok değerliydi, elimizde kalan son kırıntılarla açılmıştı. İç dizaynını hediye olarak İdil yaptırmıştı. Minik, sıcacık ev gibi bir yerdi benim için. Müstakil olması da ayrı bir hoşuma gidiyordu. Kilidi çantamda bulup kırmızı kapıyı açtım. Tanıdık steril kimyasal ve oda parfümü karışık koku burnuma doluştu. Işıkları açıp tedavi yaptığım yerden ayrı bir odada olan ofisime gittim. Pasaportum çekmecedeydi. Alıp çantama koydum. Masamda bir sürü Steven vardı. Gülümseyen, şaşkın ifade takınan, benim elimi tutmuş kahvaltı masasından ekrana doğru gülümseyen. İki saniyeden fazla bakmadım. Düşüncelere dalmak istemiyordum. Hemen boş bir kutu bulup çerçeveleri ve ofisimi açtığımda Steven'in hediye aldığı Yılın Diş Doktoru ve Yılın Sevgilisi minik Oscar'larını kutuya doldurdum. Giderken çöpün kenarına bırakacaktım.

Türkiye'ye gidene kadar buraya bir daha gelmezdim herhalde. Vedalaşır gibi odama baktım. Seyahat etmeyi pek sevmezdim. 5 yıllık planımın içinde evlenmek, bir kaç sene sonra çocuk yapmak ve sonsuza kadar Amerika sınırları içinde yaşamak vardı. Zorunlu aile seyahatlerinde bile çok sıkılırdım, yeni yerlere mekanlara alerjim varmış gibi.. Steven beni bu şekilde kapıya koymuş olmasaydı aklımın ucundan bile geçmezdi bunca aksiyonlu yıllardan sonra buralardan ayrılmak. Ama şuan yeni bir alana, Steven'in aynı havayı solumadığı bir yere ihtiyacım vardı.

Işıkları kapatıp kapıyı kilitledim. Arabama doğru giderken 2 ayda bir kontrol ettiğim posta kutuma bakmak için ilerledim. Anahtarla kapağını açtıktan sonra içinin bir sürü reklam broşürü ve hastalarımdan gelmiş olması muhtemel zarflarla dolu olduğunu gördüm. Tek tek geldiği adreslere hızla bakarken, bir tanesinin adressiz olduğunu gördüm. Postayla değil elle bırakılmıştı. Üzerinde 'Debbie'ye...' yazıyordu. Ama el yazısı, midemdeki kasların kasılmasına neden olmaya yetmişti.


'Debbie'ye...' Steven'in el yazısı. Artık yağmur yağmaya başlamıştı. Hava durumu içimdeki kasırgaya eşlik ediyor gibiydi. Saçlarımdan yağmur damlaları akarken ıslak ellerimle zarfı açtım. Bir düğün davetiyesi şeklindeydi. Gözlerimi hızlanan yağmur damlaları yüzünden kırpıştırdım ve üzerinde Steven ve Debbie yazan, gelinlik ve damatlık giymiş iki karikatürle süslenen davetiyeyi yüzüme daha çok yaklaştırdım. Yağmur görüşümü engelliyordu. Koşar adımlarla arabaya gittim. Arabanın lambasını açarak davetiyenin kapağını açtım.


'Güzeller güzeli Debbie'im... Senin kadar harika bir kadına sahip olmak için çok büyük bir sevap işlemediğim için, her an ellerimin arasından uçmandan korkuyorum. Bu yüzden bir an önce kadınım olmanı istiyorum. Bunu büyük ihtimalle 1 hafta sonra göreceksin. Gördüğün an bana mesaj at, hazırlan ve davetiyenin altında yazan restorana gel. Seni çook seviyorum...'

Gözyaşlarım boca olurken, aklımda binlerce soru birikmeye başlamıştı. Benim posta kutumu kontrol ettiğim zamanları biliyordu. 1 hafta sonra alacaksın dediğine göre, benden ayrılmadan 3 gün önce bunu posta kutuma koymuştu. Peki böyle düşünürken ne olmuştu da bir anda benden ölümüne soğuyup ayrılmıştı ? Ben ona ne yapmıştım ? Biri mi çıkmıştı karşısına yada reddedemeyeceği bir iş teklifi ? Cidden bilmiyordum. Emin olduğum tek bir şey vardı. Ne yapıp edip cevaplarımı alacaktım.

DenekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin