Ulaş Oray.
Babama aşık olan kadının oğlu. Okulun altın çocuğu. Parlak gülümsemesi ve düzgün görünüşüyle kendini herkese sevdirmeyi başarabilen biri.
Başarısız olduğu tek konu benim sevgimi kazanmak olan bu çocuk beni sinir etmek için doğmuş gibiydi.
Kantin sırasına doğru ilerlerken önünü kesip bir şeyler soran çocuklara gülümsedi. Ortalıkta iyilik meleği gibi gezinmesi sinirimi bozuyordu. İmkânsızdı. Bir insanın bu kadar iyi niyetli olabilmesi mümkün değildi. Ya da masallardan birinin içine falan düşmüştük.
Ben üçüncü sınıftayken evimizin tam karşısına taşınmışlardı. O zamanlar annemin kaybı taze olduğu için farkında bile değildim. Ancak aylar sonra, okuldan dönerken eskiden harabe olan evin sihirli değnek değmiş gibi düzelmesi orada hayat olduğunu anlamamı sağlamıştı. Mahallenin çocuklarıyla fısır fısır hakkında korkunç teoriler ürettiğimiz harabe, bir anda modern çağın ortasından fırlamış gibi orada belirmişti.
Ulaş ile anlaşamazdım. Gözlerini ne zaman benimkilere dikse acıma duygusunu buram buram hissederdim. Annem öldüğü için acıyordu bana, diğer herkes gibi. Onların acımasına ihtiyacım yoktu. Hayat benim için yeterince zordu zaten.
Ancak sadece bunun için sinir olacak kadar çatlak değildim.
O benim olamadığım her şeydi. İyi bir evlattı, iyi bir öğrenciydi, iyi bir kardeşti, iyi bir sevgiliydi. Her konuda bilgisinin olması ve bu yetmezmiş gibi her konuya doğuştan yetenekli olması da cabasıydı. Böbürlenmezdi, insanları küçük görmezdi. Küçük dağları ben yarattım havasında da değildi. Cidden melek gibi bir şeydi.
Kıskanıyordum belki de.
Elimde olsa onu bir kaşık suda boğabileceğimi anladığından beri peşimde dolaşmayı bırakmıştı. Her sabah evden çıktığımda aniden karşımda belirip "Günaydın," demesine öyle alışmıştım ki, bunu yapmayı bıraktığında tuhaf hissetmiştim. Tabii bu sadece iki dakika sürmüştü. Ona sinir olmaya devam ettim.
"Bakışlar öldürebilseydi şu an katil olurdun."
Ulaş'ın çoktan görüş alanımdan çıktığını anlamamla irkilmem eş zamanlı gerçekleşti. Son zamanlarda dalıp gitmelerim sıklaşmaya başlamıştı. İçimdeki boşluğun artmasıyla doğru orantılıydı belki.
"Ve sen de mezarda çürümüş olurdun," dedim onun sandalyeyi çekip oturmasını izlerken. "Seni gömecek kadar insaflıysam tabii."
Olcay, Ulaş'ın yandaşlarından biriydi. İkisinin neden arkadaş olduğunu anlamamakla birlikte küçükken ondan hoşlandığım için ona -bir miktar da kendime- uyuz oluyordum. Zaten anlaştığım çok az insan vardı. Ulaş ve Olcay kapsama alanımın dışında kalanlardı.
Söylediklerime gülerken elimde parçaladığım peçeteye küçümseyen bakışlarla baktı. Derin mavi gözleri ve siyah saçlarını vurgulayan beyaz teniyle birçok kızın hayali olabilirdi aslında.
Ancak Olcay koca ağzını açtığı an ne mal olduğunu anlayıp kaçıyorlardı.
Biraz, hatta biraz değil baya aptal bir çocuktu. Oturup sıradan bir konu hakkında muhabbet edemezdiniz onunla. Saçma espriler yapar insanın sabrını zorlardı. Hayatımda bana ikinci kez her şey dış görünüş demek değilmiş dedirten erkekti.
Birincisi elbette Ulaş'tı.
"Senin kıçında dolanman gereken arkadaşların yok mu? Sinirimi bozmak yerine insanlığa faydalı olabilirsin," dedim gitmeye niyeti olmadığını anladığımda.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Küçük Kalpler Büyük Sever
ChickLit"O asla iyi görünmezdi. O daima bir sanat gibi görünürdü. Ve sanat, iyi görünmek zorunda değildi. Sanat, sana bir şeyler hissettirmeliydi."