Asıl Gerçek

574 94 176
                                    

Masanın başına toplanmış herkesle tek tek göz teması kuran Merih, nefesini seslice verdi ve ellerini masaya dayayıp öne doğru hafif eğildi.
 
“Bunu tüm insanlık için yapacağız, o kafesi bugün yıkacağız. Herkes hazır, değil mi?”
 
Herkes onaylayan birkaç kelime mırıldandıktan sonra masadaki haritayı toplayıp torbama koydum ve çıkış merdivenlerine yöneldim. Güzergâhımız şehrin terkedilmiş sokaklarının bittiği, Hissiz Bölgenin sınırından başlıyordu. Ve bugün bir tesadüf müydü bilmiyorum ama çöken karanlık bizim için her şeyi daha kolay yapacak gibi görünüyordu. Babam, bu uğurda birçok şeyini ve hatta canını bile ortaya koymuşken korkmadan ve başım dik bir şekilde yürüdüm.
 
Bugün bir yalanı yaşayan bu insanlar bu cehennemden kurtulacaktı. Yıllardır çalınan insanlıklarını onlara verirken bu beş kişi belki geri dönüşü olmayan bir yola çıkmıştık ama babam bizi bunun için hazırlamıştı. Bir savaş başlayacaktı ve tüm gerçekler üryan bir şekilde ortalığa saçılacaktı.
 
Yanıma yaklaşan Merih'e göz ucuyla baktım. Onu son görüşüm olacaktı belki de. Hissettiklerimi dile getirmeden ölecektim belki de. Yüreğimde tarifi imkansız bir sızı vardı ama bunu insanlık için görmezden gelecektim.
 
“Bu son olabilir, biliyorsun  değil mi?” Elleri cebinde öylece karşıya bakarken söyledikleri canımı acıttı. Bunu yaşamak zorunda mıydık biz? Güce doymayan, kibir budalası otoritelerin denekleri olmak zorunda mıydık, Merih? Gözlerinin içine korkusuzca bakıp seni seviyorum diyemeden gitmek zorunda mıydım?
 
“Biliyorum...” Mırıltım dilimin altında yuvarlanıp karanlıkta kaybolup gitti. Bir süre sessizce yol aldık. Şehrin dışındaki ormana girdiğimizde çok az bir yolumuz kaldığını söyledi Lemi. Haritayı benden almıştı ve gruba öncülük eden oydu. Mert onun yanında, Sare ve Yankı hemen arkalarında yürüyordu. Yankı, ara ara dönüp bize bakıyor ve yeniden önüne dönüyordu. Üzerime bir hissizlik çökmüştü ve buna bile bir tepki verecek kadar bir şeyler hissetmiyordum. Adımın hakkını şimdi tam olarak veriyordum.
 
Ormanın derinlerine yaklaştığımızda Merih, mırıldanarak bir şarkı söylemeye başladı.
 
“...Al eline gök fırçayı, göğümü maviye boya...” Parmakları usulca parmaklarıma dolanınca başımı öne doğru eğdim ve gözlerimden sızan o tek damlayı yere doğru akıttım. Damla toprağa karışır karışmaz gökyüzünde bir şimşek çaktı ve ortalık gün gibi aydınlandı. Ardından yeniden karanlığa büründü her yer.
 
“...Senin sesine benzesin, sözümü maviye boya...” Ona doğru dönüp bu sözleri mırıldandım ben de. Annem öğretmişti bana, ben de dilime dolamıştım ilk ve son öğrendiğim olan bu şarkıyı. Burada insanların yazı yazması, kitap okuması ve hiçbir teknolojik alet olmadığı için şarkı dinleyip söylemesi de yasaktı. İçimde coşan duygularımla gözlerimi ellerimize indirdim. Tepki olarak parmakları daha güçlü sardı parmaklarımı. Hiçbir şey söylemeden dile geldi duygularımız.
 
“Gençler, hazır olun, yaklaştık iyice. Hep bir arada olacağız ve gerekirse ölüme bile birlikte gideceğiz, anlaşıldı mı?” Keskin bir tonda konuşan Lemi, sona, adımlar kaldığını dile getiriyordu. Gerilerek Merih’in elini sıktım.
 
Yıllar evvel dünyanın enerji kaynakları tükenmek üzereyken bir söylenti yayılmıştı tüm dünyada. Tanrı'nın, doğayı koruyanlara bir armağanı, doğayı öldürenlere de bir cezası vardı. Yeryüzündeki bütün enerjiyi, sayısı binleri aşkın insanın bedenine dağıtmıştı. Doğayı katledenleri, onlara mahkûm bırakmıştı.
 
Yeni bir enerjiyle tanışan bu insanlar, genel olarak en baskın hisleri yaşıyordu. Korku, hüzün, mutluluk, cesaret gibi. Bu güce alışamayan insanlar yüzünden her gün dünyanın çeşitli yerlerinde depremler, hortumlar, seller ve türlü afetler meydana geliyordu. Bill Gates -yani babam- insanlığın son umudu olan bu enerjiyi korumak için Frontal Lob’a yerleştirilen ve duyguları yönetebilen bir çip icat etmiş ama proje çalınmıştı. Ve projeyi çalan, 3. Dünya Savaşı sonrası yeni dünya otoriteleriydi.
 
Kibir ve güç algısı kalplerini zehirlediği için öldürdükleri dünyanın yeni ışığına da göz koymuşlardı. Projeyi çaldıktan sonra Tanrı’nın bu gücü bahşettiği insanlar tespit edilmiş ve her birine bu çip takılmıştı. Çip takıldıktan sonra üretilen yeni dünya teknolojisinin bir ürünü olan, küreye benzeyen ve etrafa güneş gibi yüksek ısı ve -kırmızı- ışık saçan bir silah icat edildi.
 
Üçüncü Dünya Savaşı sonrası, nükleer patlamalar olduğu için dünya nüfusu yarı yarıya düşmüş ve sağ kalan insanların çoğu ise radyasyona maruz kaldıkları için çoklu organ yetmezliğinden ölmüştü. Amerika kıtası, yani yeni dünya haricinde yaşanabilen hiçbir yer kalmamış. Bundan sebep kurtulanların hepsi Yeni Dünya’ya göç etmiş. Ve tam olarak insanlığın öldüğü, yaşamın söndüğü o ülkelerden biri olan Türkiye'ye bu sistem kurulmuş. Silah, bölgelerin merkezine yerleştirilmiş, her bölge tellerle ayrılmış ve bölgeler elektrikli bir fanusun içine hapsedildikten sonra çipleri devreye sokup insanların duygularıyla bir kukla gibi oynamışlardı.
 
Annemde çip takılan insanlar arasındaymış ve buradakilerin anneleride. Annem, zorla çip takılmadan önce hamile olduğunu öğrenmiş ama çip beni etkilemediği için benim duygularıma herhangi bir etkisi olmamıştı. Koruma kalkanında küçük bir delik yaratmayı başaran babam annemin ardından girmiş hissiz bölgeye. Ama kendini yenileyen kalkandan çıkmak bir daha mümkün olmamış.
 
Yıllardır bizi, duygularımızı kontrol etmek için çalıştırırken anlatmıştı asıl gerçekleri babam. Otoritelerin masalını sorgulamayan çiplilerdi. Şimdi, kalkanın, enerjisini aldığı ve insanları sömüren o silahı yok etmek için çıkmıştık bu yola. Birkaç adım sonrası özgürlüktü...
 
Karanlık ormanda hiçbir canlı yaşamıyordu ve her yerde sadece bizim adım seslerimiz yankılanıyordu. Biraz daha sessizce ilerledikten sonra, bedenimde bir tuhaflık hissettim sanki içimden yavaş yavaş bir şeyler kopuyordu. Merih'e döndüğümde aynı sorgulayan bakışlarla etrafına bakıyordu o da. Gözlerimi kısarak karşıma baktığımda devasa, içinde kırmızı bir sisin süzüldüğü cam küreyi gördüm. Nutkum tutuldu. Diğerlerine baktığımda onlarda benim gibiydi. Hepsi şaşkın şaşkın bakıyordu silaha. Duyguları emen bu silah bizi algılayınca bir mıknatıs gibi anında devreye girmişti. İçimdeki o boşluk hissi bundan kaynaklanıyordu.
 
“Yaklaşmayın daha fazla, duygularımızı emiyor.” Kısık sesle söylediğimi duyan herkes küçük bir mırıltıyla beni onayladı. “Ne yapacağız şimdi?” Sorduğum soruyla Merih bana bakmış ve içime güven duygusunu yayan o gülümsemesini bana sunmuştu.
 
“Tek yapmamız gereken kontrol odasını yok etmek. Ön tarafta olmadığına göre arka tarafta olmalı.”  
 
Arka tarafa dolanınca tek katlı, uzun bir bina bizi karşıladı. Herhangi bir ışık yanmadığı için birilerinin burada olmadığını düşünsek de temkinli ilerleyişimize devam ettik. Ağır metal kapının bir dümene benzeyen kolunu çeviren Lemi, geceye karışan çark seslerinin eşliğinde kapıyı ardına kadar açtı. Elimizde hiçbir silah olmamasına karşın hepimiz tetikteydik yine de. Ağır kapı yana doğru kıvrılınca  babamın bahsettiği insan ısısını ya da hareketini algılayan sensörler harekete geçmiş ve ortalık gün gibi aydınlanmıştı. Uzun koridor boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kapı vardı bina da. Yan yana durup koridora bakarken ilk adımı ben attım.
 
“Kontrol odasını bulan seslensin.” Sağ taraftaki ilk kapıyı açtığımda küçük bir yemekhaneyle karşılaştım. Beşer kişilik iki masa, tezgahta duran tabldotlar, yemek tencereleri ve diğer mutfak gereçleri görünce içeri girmeden kapıyı kapattım. Girişi mutfak olarak kullandıklarına göre sondaki odalardan birinde olmalıydı. Seri bir şekilde uzun koridoru bitirdim ve sol taraftaki son kapıyı açtım. Ve evet, kontrol odası tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Burayı sürekli kullanmadıkları belliydi. Kesinlikle öyleydi çünkü her yer toz içindeydi. Sanırım sınırları aşıp buraya gelecek birilerine ihtimal vermedikleri için seçilmişleri getirdikleri gün buraya geliyorlardı. E ama bugün babamı almışlardı. Burada olmaları gerekiyordu aslında. Kuşkulu bir şekilde çevremi süzüp diğer odalara bakan bizimkilere seslendim.
 
“Buldum!
 
Odaya girince sensörler yeniden bizi algılamış ve ışıklar açılmıştı. Kocaman bir ekranın bulunduğu masa haricinde oda bomboştu. Babam, dünyadaki birçok şeyi görmesek de anlatarak bize tanıtmıştı. Ekranın başına geçen Mert, tuşlara dokunduktan sonra ekran kırmızı bir ışıkla yanıp sönmeye başlamış ve odada rahatsız edici bir alarm sesi yankılanmaya başlamıştı. Dehşet içinde birbirimize bakarken koridorda sert adım sesleri yankılanmış ve odaya bir düzine maskeli asker sıralanmıştı.
 
Merih, beni arkasına çekerken içeriye kan revan içinde sürüklenerek getirilen babamı görünce öne atıldım.
 
“Baba!!” Beni kollarımdan tutup yapma diye dişlerinin arasından konuştu, Merih. Babamı tutan adam maskesizdi. Kırklı yaşlarının sonunda olan bu adam, gözlerindeki nefretle bize bakarken içim ürpermişti. Babamı bize doğru savurduktan sonra, “Diz çökün!” diye bağırdı. Onu umursamadan yerdeki babamın yanına diz çöktüm ve ona sımsıkı sarıldım ama öncesinde gözlerinde gördüğüm ümitsizlik canımı haddinden fazla yakmıştı. Bizimkileri zorla yere diz çöktüren askerler ellerini ve ayaklarını birbirine bağlamaya başladılar.  Bana doğru gelen askere her ne kadar zorluk çıkartsam da şimdi odanın ortasında o adamın önünde hepimizin elleri bağlı ve diz çökmüş bir şekilde duruyorduk. Bunun bu kadar kolay olmayacağını biliyordum zaten.
 
“Nişan alın!” Sırtımdan bir ürperti geçti ama asla ağlamadım ve burada bulunan hiç kimse başını eğip korktuğunu göstermesi onlara. Nefretle bize baktıktan sonra sert bir solukla “Ateş!” diye bağırıp ardına bakmadan çıktı odadan. Gözlerimi önce babama sonra da Merih'e çevirdim. O da bana bakıyordu. Dudaklarımı oynatarak söylediklerime kocaman bir tebessüm etti ama tebessümüne kan sıçradı. Önce kulağımı çınlatan bir ses, sonrada bedenimde keskin bir acıyla arkaya  doğru yalpaladım. Bir kıyameti andıran silah sesleri durduğunda yerlere saçılmış kanlarımıza acı dolu iniltilerimiz ve gözyaşlarımız karıştı.
 
Ruhum beni terk ederken acı, dizginlediğim duygularımın gemini aldı elimden ve gök gürlemeye, yağmur yağmaya başladı. Hemen ardından kulakları sağır eden rüzgarın uğultusuna karışan yerin sarsıntılarıyla dudak kıvrımlarımda bir tebessüm oluştu. Ölürken başarıyorduk. Dünya bizim için savaşıyordu...
 
                                            -SON-
 
Hikayeyi daha sonra devam ettireceğim. Şans veren herkese teşekkür ederim...
 
 
 
 

HİS ÇÜRÜKLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin