Bölüm 3

93 8 0
                                    

levâzımâttan lâekal (en az) onda birini dünyevî hayâta, dokuzunu hayât-ı bâkîyeye (ebedî âhiret hayâtına) sarf etmek gerektir. Acabâ birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir me'mur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmi üç lirasını sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevab verecektir? Böyle yapan bir kimse kendisine akıllı diyebilir mi?" (Mesnevî-i Nûriye, Şemme, 200)

Hâlbuki (onlar): "O (hayat), ancak bizim bu dünya hayâtımızdır; (burada) ölürüz ve (burada) yaşarız; hem bizi ancak zaman helâk eder!" dediler. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Doğrusu onlar ancak zanda bulunuyorlar.(1) (Casiye Suresi 24)

(1) "Ebedî, sermedî (dâimî), misilsiz bir cemâl (güzellik), elbette âyinedâr müştâkının (ayna gibi onun isimlerini görecek ve kendinde gösterecek hayranlarının) ebediyetini ve bekāsını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at (san'attaki mükemmellik), mütefekkir dellâlının (onu düşünerek i'lân edenin) devâmını taleb eder. Hem nihâyetsiz bir rahmet ve ihsan (merhamet ve ikrâm edicilik), muhtaç müteşekkirlerinin (minnetdârlarının) devâm-ı tena"umlarını (devamlı ni'metlendirilmelerini) iktizâ eder (gerektirir). İşte o âyinedâr müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta rûh-ı insânîdir (insan rûhudur). Öyle ise, ebedü'l-âbâd (sonsuzluk) yolunda; o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat (eşlik) edecek, bâkî kalacaktır. (...) Değil rûh-ı beşer, hattâ en basit tabakāt-ı mevcûdât (varlık tabakaları) dahi, fenâ (yok olmak) için yaratılmamışlar; bir nevi' bekāya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücûd-ı zâhirîden gitse (görünen vücûdu yok olsa), bin vecihle (cihetle) bir nevi' bekāya mazhardır (varlığı devâm eder). (...) Rûh-ı beşer, ne derece kat'iyetle bekāya mazhar ve ebediyetle merbut (bağlı) ve sermediyetle (sonsuzlukla) alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl 'Zîşuûr (şuûr sâhibi)bir insanım' diyebilirsin?" (Sözler, 29. Söz, 191)

Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ı tesbîh etmektedir.(2) O, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır. (Haşr Suresi 1)

(2) "Bir adam: سَبَّحَ لِلّٰهِ ماَفِي السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ [Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbîh etmektedir] (meâlindeki) âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin hârika telakkî edilen (kabûl edilen) belâğatını (ifâdesinin hârikulâde güzelliğini) göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah (yolcu) gibi o zamâna git, orada dinle!' O da kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül etti (hayâl etti) gördü ki: Mevcûdât-ı âlem (âlemdeki varlıklar) perîşan, karanlıklı, câmid (donuk), şuûrsuz, vazîfesiz olarak hâlî (boş), hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü. (...) Bu kâinât bir câmi'-i kebîr (büyük bir câmi') hükmünde, başta semâvât ve arz (gökler ve yer) olarak umum mahlûkātı hayatdârâne (canlı olarak) zikir ve tesbihte ve vazîfe başında cûş u hurûşla (coşkuyla) mes'ûdâne (mutlu) ve memnûnâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhede etti (gördü) ve bu âyetin derece-i belâğâtını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı (belâgatındaki tatlılığı) arzın nısfını (yarısını) ve nev'-i beşerin humsunu (beşte birisini) istîlâ ederek, haşmet-i saltanatı (saltanatının büyüklüğü) kemâl-iihtiramla (tam bir hürmetle) on dört asır bilâ-fâsıla (aralıksız) idâme ettiğinin (devâm ettirdiğinin) binlerle hikmetlerinden bir hikmetini anladı." (Şuâ'lar, 7. Şuâ', 125-126)

Ey îmân edenler! Mallarınız ve evlâdlarınız, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın! Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir!(2) (Munafikun Suresi. 9)

(2) "Acabâ ibâdetteki fütûrun (gevşekliğin) ve namazdaki kusurun, meşâgil-i dünyeviyenin (dünya meşgûliyetlerinin) kesretinden midir (çokluğundan mıdır)? Veyâhut derd-i maîşetin (geçim derdinin) meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?

ANALİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin