Öncelikle bu hikâye, dünyanın herhangi bir yerinde geçmiyor. Paganlarla ilgili birkaç büyü ve kural esas alınsa da kitabın özü paganlara dayalı değil. Hepinize iyi okumalar dilerim!:)-
1850/Rhosyn
Doğa, bugün gereğinden fazla öfkeliydi. Yağmur damlaları, küçük evlerimizin üzerine deprem etkisiyle çarpıyordu. Fırtına, birkaç gün kadar süreceğe benziyordu. Herkes, Tanrılarına teşekkürlerini sunmak için ayinler yapıyordu. Çünkü Tanrıların, bize kızdığını düşünüyordular. Ben ise yağmurun, oldukça doğal olduğunu düşünenlerdendim. Hatta Tanrıların, bize hediye olarak yolladığını bile savunabilirdim. Fakat etrafımdakiler, şiddetini doğanın kızgınlığına yorumluyordular.
Soğuk rüzgâr, penceremin camına sert bir darbe indirdiğinde oturduğum yerden kalktım ve dolapta ki örtüyü, camın üzerine astım. Hepimizin iki odalı, küçük evleri vardı. Bir odası banyo diğer odasıysa uyumamız içindi. Bunun dışında ki tüm şeyler, ortak alanlarda gerçekleştiriliyordu. Yardımlaşmayı seven bir topluluktuk fakat insanlıktan bir o kadar uzaktık. İnsanlarla yaşamamız, bizim için tehlike arz ediyordu. Biz 'şeytana inananlar,' olarak anılıyorduk ve kaderimizi, kül ile sonlandırıyorlardı.
Sanılanın aksine 'şeytanla' bir bağımız yoktu. Kendimizi şeytana değil, evrene adamıştık. Birkaç cadı dışında aramızda Kara Büyü kullanan bile yoktu çünkü kendi kurallarımıza sonuna kadar bağlıydık. Karmaya inanan bir inanışa sahip olduğumuzdan başımıza gelmesini istemediğimiz hiçbir şeyi, başkaları üzerinde kullanmazdık.
Hiçbir zaman zararlı büyülerle uğraşmamıştık. Dış dünyadan çok daha uzakta kalan, korunan alanlarda yaşıyorduk. Dışarısı, bizim için tehlikeliydi. İnsanlar, krala teslim ettikleri her cadının başına altın alıyordu. Birbirimizden başka güvenebileceğimiz kimse yoktu ve bu yüzden kendi topraklarımızı yaratmıştık.
Topraklarımız, yüzyıllardır bizler tarafından korunuyor. Şimdilik tek sorunumuz, tüm cadı ırkının burada olamaması. Bazıları, istekli bir şekilde toprakları terk etti diğer kısım ise ulaşılamayanlar kategorisinde. Bizim dışımızda yaklaşık 2 Meclis daha var, birbirimizden çok uzak yerlerde yaşıyoruz ama buna rağmen özel yollar ile haberleşebiliyoruz. Henüz cadı olarak doğan birisi olmadığı için fazla endişelenmiyoruz. Doğa, cadı olarak doğan özel kişiler adına diğerlerine bir haber yolluyor. Ruth'da beni bu şekilde bulmuş. İnsanlar, sihrimizin kaynaklarına bir şekilde ulaşsa bile Tanrı ve Tanrıçalar tarafından kabul edilmediği sürece tam anlamıyla cadı olamıyorlar. Yine de gözden kaçanları düşünerek, her gün tılsımlar ve taşlarla sihrin ortaya çıktığı yerleri tespit etmeye çalışıyoruz.
Cadı Meclisinde alanlarında uzman, her yetenekten on iki kişi bulunuyor. Hepimizin güçleri aynı sayılır fakat aralarında, bir gücü baskın gelenler ve o konuda yetenekli olanlar var. Bazıları tılsım yapmakta, bazıları fallarda, bazılarıysa geleceği görmekte iyi olabiliyor ve bundan çok daha fazlasını içeren güçler var. Bunlar, belirli sınavların ardından Cadı Meclisinin üyesi olmak adına seçiliyorlar. Binevi kendi topluluğumuzun, kontrolünü sağlıyor ve yön göstericileri oluyoruz.
Benim, şimdilik baskın gelen bir özelliğim yok. Tüm geçmiş boyunca, mecliste bulunan herkesin bir özelliği vardı. Benim için ise koca bir boşluktan ibaret. Buradakilerin çoğunun yapabildiğini yapıyorum fakat fazlası adına hiçbir şey yok. Tek özelliğim, doğuştan cadı olmam. Yaklaşık yüz yıldır, doğuştan bir cadı yokmuş ve benim gelişimden sonra da olmamış. Şimdiki meclis, benim özel olduğumu ve doğanın elbet gücümü açığa çıkartmam da yardım edeceğini söylüyor. Eğer annem ve babam, insanlar tarafından yakılmasaydı belki de hikâyemi öğrenebilirdim.
Bana dair bildiğim birkaç şey var. Beni, Meclisin en üst rütbeye sahip cadısı buldu, Ruth. Ailem için çok geçmiş fakat beni kurtarabilmiş ve o zamandan beri buradayım. Her ay dönümünde, Tanrı ve Tanrıçalardan yardım diliyorum. Yirmi bir yıldır, hiçbir cevaba ulaşamasam bile. Cadılığı sonradan öğrenmiş, Tanrı ve Tanrıçalar tarafından kabul edilmiş insanlar bile benden çok daha yetenekli.
Fakat doğaya güvenmem gerektiğini biliyorum çünkü doğa hata yapmaz.
Fırtınanın sesi kulaklarıma dolduğunda düşüncelerimden sıyrılmak zorunda kaldım.Yanımda ki gaz lambasını söndürdükten sonra yatağıma doğru ilerledim. Bu gece, diğerlerinden çok daha zor geçecekti.
-
Vanilya ve Ylang kokusu, içinde bulunduğum boyuta yayılmıştı. Her uyuduğumda ait olmadığım bir boyuta doğru sürükleniyordum. Ruhum, bedenimden ayrılarak evrenin katmanlarını dolaşıyordu. Fakat yolun sonu, hep burası oluyordu. Buranın mistik bir kokusu ve gizemi vardı. Tam önümde, yıldızlar dans ediyordu ve geride bıraktığım yerlerdeyse sonsuza kadar uzanan çayırlar vardı. Gezdiğim binlerce boyut içinde bu, en güzeliydi. Hâkimlik süren kokular, buranın yanlış bir yer olduğunun kanıtıydı. Ylang, sersemletici ve uyuşturucu etkisi taşıyan bir kokuydu. Vanilyanın ise afrodizyak etkisi vardı. Fakat etrafımda kimse yoktu, bana özel yaratılmış bir boyut gibiydi. Etrafta biri olsaydı, Aurasını mutlaka görürdüm. Bu yüzden korkmuyordum, aksine burada rahattım.
Bu güzel yer, Josephine ile yaptığımız ritüel sonrası bana armağan edilmişti. Saatler boyunca ay ışığının altında dans etmiş, tanrı ve tanrıçalarımızı Enochian diliyle kutsamıştık. Genelde çok kullanılan bir dil değildi hatta kullanımı çoğunlukla yasaktı ama bizim için bir sorun teşkil etmiyordu. Cadılar, Enochian alfabesine sahiptiler ve sadece cesaretiyle gücü yetenler bu alfabeyi kullanabiliyordu. Cadılar Meclisindekiler, bize bazı alfabeler ve büyüleri miras olarak bırakmıştılar. Bu yüzden şanslıydık çünkü çoğu Gölgeler Kitabına yazıp, kendisinden başkasıyla paylaşmıyordu. Enochian alfabesinin, tehlikeli olduğuna dair rivayetler vardı fakat düzgün kullanabilenler için oldukça değerliydi. Diğer alfabelerin aksine, ortaya çıkartılmayı bekleyen bir gizemi vardı.
Cadılar Meclisinden onay almış ve Josephine ile birlikte yıllarca süren çalışmaların ardından alfabeyle ritüeli tamamlamıştık. O çemberde hissettiğim huzur, şimdikilerin yanından bile geçemezdi. Ne yazık ki sürekli olarak kullanabileceğimiz bir alfabe değildi, sadece yılda bir kez olan Ay Tutulması sırasında kullanabiliyorduk.
O gün, bu mükemmel mekân bana armağan edilmişti. Cadılar Meclisiyle konuştuğumda, bunun çok büyük bir lütuf olduğunu söylemiştiler. Ruhumuz, bedenimizden yükselirken rotasını kaybetmiş olurdu ve nereye çekilirse, kendini orada bulurdu. Kontrol etmeyi öğrenmek uzun zaman alıyordu, dingin bir ruh halinde olmamız lazımdı. Benim ise böyle bir sorunum yoktu, nereye çekilirsem çekileyim sonum burada bitiyordu.
Ruhum, boyuttan uzaklaşmaya başladığında bir şeylerin ters gittiğini anladım. Başka bir boyutta keşfe çıkmışken, bizi geri getirebilecek tek şey içimizden birine bir şey olmasıydı. Birbirimize bağımız, doğa tarafından kutsanmıştı. Ölümleri, doğumları ve daha nicelerini hissedebiliyorduk.
Korkudan yapılmış bir zincirin, boğazımı düğümlediğini hissettim. İçimizden birinin ölümü imkânsızdı, asırlar boyu yaşayabilirdik, meclisten biri olmadığımız sürece. Meclis, bir döngü hâlindeydi. Doğa tarafından kabul edilenler, sadece yüz yıl boyunca başta olabiliyordu. Ardından bir sonraki nesil geliyordu. Mecliste görev alanlar, yeniden doğmak adına ölmüştüler ve sıra bize gelmişti. Meclis tarafından öngörülen yirmi beş kişi, doğa tarafından sınanacaktı.
O kişilerden biri bendim ve şimdi, benim savaşım başlamıştı. Kendimle ve kim olduğumla.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AZURA|Devam Edecek
FantasíaBüyü, cehenneme gizlenmiş cennet gibiydi. Görmeyi göze alabilenler için daima oradaydı. Azura, o cennette yaşayanlardan sadece biriydi fakat diğerlerinden farklıydı. Sebebi, doğuştan cadı özelliklerine sahip olması veya meclisin bir üyesi olması de...