Akşam saatleri. Ellerinde tutuşturduğu ayakkabıları, çıplak ayak buraya geliyor. Yüzünde o kocaman gülüş, almacıkları havalanmış ve dizine gelen pileli eteği. Büyülü bir şey adımlıyor o esnada bana. Katedral arkası, sokak lambalarının ışıkları tenimize değip geçmekte. "Tanrım, Joe!" kahkahalarlı ne de şen! "Burası nereden aklına geldi? Delisin sen, deli!" ellerini omuzlarıma vuruyor, ağzı St. Lauren kokuyor.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, tekrar Jaribu'ya dönüyorum. Yanağına bir öpücük konduruyorum ve dilime hakim olamayıp soruyorum, "Utanıyor musun benden?" Ona iki beden büyük mantoyu çekiştiriyor, "Haydi, şimdi öp beni."
Büyük bir açlık ile dudağını dudağıma yaklaştırmaya çalıştığında -işte tam o an, aciz hissetmeye başladım, oracıkta kendi içimde küçüldüm ve küçüldüm. Dudakları dudaklarımın üzerinde bir ritim yakalamışken katedralin arkasında olmanın bize yazdığı günah bu işi daha cezbedici kılıyordu, prosedürden uzak, onu öpmüyor, onu yaşıyormuş gibi. Dudağındaki şarapvari tadın henüz etkisine girecekken gülümsedi, "Senden utanmıyorum." Ve tekrar ufak bir zaman aralığında dudağını dudağıma değdirdi, tekrar çekti ve sesi bu kez daha yüksek gülüşü ise daha histerikti, "Utanmıyorum!"
Tellerinden değil yüreğinden geliyordu bu ses. Pilelerini kendi kendine havalandırmaya başladı, "Utanmıyorum!" tekrar bir havalanış ve kasıklarına sızan o soğuk. Kahkahaları devam etti bir süre, elinde bir şişe olsaydı ve oraya buraya vursaydı onu, yine de dinmezdi bu büyülü sinerjisi.
Bilekleri burka burka dans etmeyi kim istemezdi ki onunla? Belki bencillik ediyordum, onu tek yazan olmak ve elini tek tutan olmak istemekle.
"Gelsene!" elini bana uzattı ve ben tutamadan çalılara doğru koşmaya başladı, ara ara ışık vuruyordu bedenine o karanlıkta. Eteğini düzeltti ve oracığa çömdü, yaptığı her şey baloncuk etkisi yaratıyordu.
—Pıt-pıt
Oturdum ve kafasını omzuma yasladı, "Sesin öyle güzel ki. Niye hiç konuşmuyorsun?" bir cevap bulmaya çalışırken yine araladı dudaklarını, "Yoksa yazıyor musun?"
Evet dercesine gülümsediğimde koluma vurdu, "Beni mi yazıyorsun?" ciğerlerim çekilmiş gibi hissetsem de "Evet, çoğunlukla." dedim ve bunu duyar duymaz parlayan gözlerine baktım.
"Okuyabilir miyim?"
"Gün gelince evet."Boylu boyunca yere uzandı, ayak uçlarını izlerken saçlarını parmağına doluyordu.
"Hangi gün?"
"Katalepsi kalıtsal ise birkaç yıl içinde okursun, tercihen pazar."İnce ince gülümsedi, ayak uçlarımıza şarap dökülüyormuşçasına bir huzur çöktü üstüme. Bir süre öyle kaldık.
Jaribu yanı başımda saçlarını parmağına doluyor, yıldızları izliyordu. Hem de gözleri gökyüzüne bedelken. Biliyordum ki o anı unutmak imkansız kılınmıştı bana.
Doğruldu ve beklenmedik bir hamleyle elleri saçımda kayboldu. Saçlarımı okşuyor ve gülümsüyor ve sigara kokan dudakları çok yakınımda ve bu büyü işleri beni pek sarmaz fakat büyü değilse ne ki bu? Dudaklarını dudaklarıma değdirmeye başladığında oracıkta tekrar küçülüyorum, çenesini tutunca gözlerinde gizlediği yıldızlara dokunmuş gibi oluyorum.
Ellerini yüzüme yerleştiriyor, birbiri ardına elmacıklarımı öpüyor ve durmuyor. Ellerini tuttukça beni bu dünyadan çekip alıyor.
Eteğinin pileleri dizlerime, parmak uçlarıma değiyor. Anı yaşıyorum, onu yaşıyorum. Varoluşluktan ve hakikatten uzakta, düş diyarına sırtımızı vermişçesine yaşıyoruz.
Ben uzun süre sonra bu kadar huzurluyken, bileklerimdeki yeşil damarlar ilk defa gözüme batmıyorlarken onun yüzü düşüyor aniden. "Joe," diyor dudakları hala milimlik dudaklarımın üzerindeyken "Babamın sümbül işlemeli bir silahı var," Kaşlarım çatılırken devam etti, dudaklarını ayırdı ve pınarlarına toplanmış yaşlar sızan ışık taneleriyle parladı, "Gün gelince sen de onu görebilirsin."