Yüzüme vuran rüzgarla birlikte yere çekilmem bitmek bilmiyordu. Bu uzun bir yolculuğa çıkmak gibiydi. Tek farkı yol boyunca izleyebileceğiniz bir manzarası yoktu. Düz ve anlamsız bir beyazlık içinde düşüyordum. Oysaki ben sadece insanların dünyasına geçmek istiyordum. Aslında insanların dünyasıyla bizim dünyamız arasında ekolojik bir farklılık yoktu. İki dünya da tıpkı iç içe geçmiş zincir halkaları gibiydi. Ya da üst üste konulmuş fotoğraf makinesi merceği gibi. Paralel evren. Farklılık; içinde yaşayanlardaydı.
Bizim dünyamızda iyi cadılar için Witchson Krallığı, kara cadılar için Oldclock Krallığı ve bazı araf cadılar krallıkları bulunuyordu. İnsanların dünyasında bir çok ülke, bir çok millet, bir çok farklı mimari yapı bulunuyordu. Benim oraya gitmem gerekiyordu. Beyaz bir arafta kaybolmak benim kaderim olamazdı.
Tam Arthur Dragomir'den nefret ettiğimi düşünürken beyaz arafta bir değişiklik başlamıştı. Derken kendimi yuvarlanarak bir bulutun içerisinden dar sokağa yuvarlanırken buldum. Tanrım! Bu bir inceydi. İnceler dünyalar arası geçişi sağlardı. Ama hangi dünyalar?
Başımı fena vurmuştum. Yuvarlanmanın etkisiyle yerde sırt üstü yatıyordum. En azından tek parçaydım ve hala güzel bir gökyüzü vardı. Ağrılarımı düşünmemeye çalışıyordum. Şu anda Witchson'da Akademi'de olmadığımı biliyordum. Gözlerimi yumdum, sesleri dinledim. Çok gürültü vardı. Önceleri ne olduklarını anlayamamıştım. Ama sonra her şey daha net duyulmaya başladı. Araba sesiydi. Hemde bir çok arabanın çıkardığı seslerdi. Bir kadın klasörleri kaybettiğini söylüyordu. Bir çocuk ağlıyor, bir adam kahkaha atıyor, bir yerlerden hareketli ama naif bir müzik sesi geliyordu. Derin bir nefes aldım.
İnsanların dünyasına gelmiştim.
Yavaşça gözlerimi açtım ve bana gülen bir çift göz gördüm. Arthur Dragomir!
"Beni çok beklettin çit cadısı -biraz durakladıktan sonra- Viki." dedi ve ayağa kalkmama yardım etmek için elini uzattı.
"Bir daha sakın bana elini uzatma."dedim yüzümde tiksinç bir ifadeyle. Beni bok çuvalı gibi atıvermeden önce düşünecekti. Aslında gururum incinmişti. Elini çekti. Yüzündeki o ukala ifade silinmişti. Yerden kalktığımda gerçekten çok kötü düştüğümü farkettim. Sol ayak bileğim çok ağrıyordu. Hatta üstüne basmakta zorlanıyordum. "Sanırım benim kadar seninde derse ihtiyacın var. Eğer birinin elini tuttuysan, o eli bırakmayacaksın." Dedim istemsizce.
"Testlerle ilgili bir problemin olmadığını sanıyordum."
"Test mi?! Hah! Sen benimle dalga mı geçiyorsun be! Beni aşağıya ittin. Hemde beni düşmeme izin vermemen için elini tuttuğumda." Evet artık konuşurken bağırıyordum.
"Bak seni incitmek istemedim tamam mı?" dedi. Mahçup olmuştu.
"Her neyse..." dedim. Ben onunla ve beni sinir eden ukala tavrıyla nasıl rahat edebilecektim ki. Topallayarak dar çıkmaz sokaktan caddeye doğru yürümeye başladım. Artık dünyadaydım ve buranın tadını çıkarmalıydım.Dragomir peşimden geliyordu. "Victoria!" diye seslendi. Bana ilk defa kendi adımla seslenmişti. O kalın, erkeksi sesinden adımı duymak beni hem hoşnut hem de tedirgin etti. Niye onun her sözünden etkileniyordum?!
"Düşmene asla izin vermem"
İşte bunu duyduğumda öylece kalakalmıştım. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilememiştim. Yanıma geldi ve "Buraya geliş amacımız var. Birer görevimiz var ve ben senin koruyucunum. Bunu ister beğen ister beğenme ama görevini etkileyecek her şeyde benim söylediklerimi yapmak zorundasın. Şimdi şu kaldırıma otur ve ayağını iyileştirmeme izin ver."
Yapabileceğim bir şey yoktu. Kaldırıma oturdum ve pantolonumun paçasını biraz yukarıya doğru kıvırdım. Dragomir'de yanıma oturdu. Bir anlık tereddüdünden sonra eliyle ayak bileğimi kavradı. Aslında vücudumdaki bütün acıyı çektiğini hissedebiliyordum. Düşüşün vermiş olduğu acıyı alıyordu. Benim acımı alırken bile yarım ağız sırıtıyordu. Bense rahatlığın vermiş olduğu huzurla başımı arkaya yasladım ve gözümü kamaştıran güneşe baktım.
"İyi misin?" diye sorduğunda ukala tavrı geri gelmişti. "Sağol."dedim ve ayağa kalktım. Dragomir'in arka tarafından bize doğru koşan bir kız vardı. Tüm insan kalabalığını yararak geliyordu. Nihayet sesini duyduğumda anladım "Kaçın!" diye bağırıyordu.
"Arthur..."Arthur çoktan ayağa kalkıp beni kolumdan tutup ve peşinden sürüklemeye başlamıştı. "Neler oluyor?" dedim ama beni duyduğu yok gibiydi. İnsanların en kalabalık olduğu caddeye girdik. Elbetteki koşar hızda olmamız hoş karşılanmadı. Bir adamın koluna çarpmıştım. Koşarken arkaya bakmaya çalışıyordum. Bize bağıran kızı merak ediyordum.
Neyseki kalabalığa tam karışmışken Arthur durdu ve "İyi misin?" Diye sordu meraklı gözlerle. Nefes nefese kalmıştım ama "Ben iyiyim. O kız kimdi? Neden bize kaçmamızı söy..." derken eliyle ağzını kapattı ve farkında olmadan yükselen sesimi susturdu. Diğer elinin işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. Bense iyice nefes alıp vermekte zorlanmaya başlamıştım. İleride bir yere polis araçlarının toplandığı görüyordum.
Arthur'a kafamı salladım. O kadar çok koşmuştum ki nefes alamıyordum. Oksijen yetersiz geliyor, dünya kararıyordu. Ne tür bir büyüydü bu böyle? Çünkü gerçekten kendimi ölüyormuşum gibi hissediyordum. Yere düşerken Dragomir beni yakaladı. Yüzünde çaresiz bir ifade vardı. Adımı sayıklayıp duruyordu. "Viki! Victoria! Vic..."
Aldığım nefese doyamıyordum. Sanki oksijensizlikten ölüyordum. Nefes nefese gözlerim kayarken insanlar bana bakmaya başlamışlardı. Kalabalığı yarıp yanıma gelen bir adamın Dragomir'e bir şeyler sorduğunu hatırlıyorum.
Sonrası...
Sahi sonrası var mı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çit Cadısı
FantasyMelez bir cadı Victoria Blackway. Oyunlarıyla Arthur Dragomir'i etkisiz kılabilecek mi? Kaderindeki aşk mı? İntikam mı?