Oldukları bir akşam yemeğine gidiyorlardı. Bıraktıkları yerde
kaldım. Bazen ne uzun yemekmiş diye düşünüyorum, san-
ki dönecekler de üç sene süren yemeği anlatacaklar, yiye yi-
ye yüz elli kilo olmuş olacaklar Allah bilir. Kendini kan-
dırmaca, en sevdiğim oyun. Yoksa bizim arabanın hurda-
sını da gördüm, girdiği kamyonun altında akordeona dön-
müş. Hurdacıdan iki bin lira aldık, anneannem "O para har-
canmaz," dedi. Ramazanda fitre verdiği, kendisinden on yaş
genç ihtiyar bir teyze vardı, yarı sağır, ona verdi.
Aradan çok uzun zaman geçti, çok büyüdüm, onları özle-
dim mi? Daha çok geceleri. Öfkeyle sıvanmış bir özlem. Ba-
zen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden
mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde
alışkanlıktandır deyip uyuyorum. Beni bu çıkmazdan Yase-
min kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz süre istedi. Ye-
di sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyo-
rum, daha çok günbatımlarında. Sadece gittikleri şehrin is-
mini biliyorum oysa. Dediğim gibi, kendini kandırmadan
yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin ede-
bilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilse-
niz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi
kabul ederek yaşayamazsınız.
Anneannemin en önemli özelliği ölmemesi. Geçirdiği has-
talıkların haddi hesabı yok, her türlü badireyi atlattığından
olsa gerek hayatta kalma sanatını çok iyi biliyor. Dolabın ya-
nında otuz tane ilacı var, hangisini neden aldığını tam olarak
bilmiyorum. Sadece aynılarından içmemesine dikkat ediyo-
rum. Bir gün bütün bu ilaçların plasebo etkisinden başka bir
esbabı mucibesi yoktur diye düşündüm, onların yerine de-
ğişik renklerde bonibonlar verdim. Öyle değilmiş. Sahiden
hastalandı, beni rahmetli dedem Rüstem Bey zannetti. Bir
duvardaki fotoğrafa baktım bir de kendime. İçten içe kork-
tuğum, fazla bakmamaya çalıştığım bir fotoğraftı o, dedem