Uyanıyorum. Yatağımda doğrulup, karşı duvarda asılı aynaya bakıyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Yatağım kokuyor. Pislik gibi kokmuyor. Hayır. Ölüm gibi kokuyor.
Gözlerimi aynadan ayırıp duvardaki yamuk duran saate bakıyorum. Saat bana her hangi bir şey ifade etmese de, muhtemelen okulu astığım günler açısından bir şeyler ifade ediyordur. Ama bu umurumda değil. Bugün okul var mı emin değilim. Yatağın içine doğru büzülüyorum. Başımı tekrar yastığıma koyuyorum. Gözlerimi kapatıp ayık kalmakla uyumak arasındaki o yerde bekliyorum. Uyumayı. Uyanmayı değil.
İşe yaramıyor. Sanki biri –bir şey- beni gözetliyormuş gibi hissediyorum. Gözlerimi açmadan elimi yatağın sağ tarafına uzatıyorum. Elimi kırışmış yatak örtülerinin üstünde gezdiriyorum. Bir süre sonra elime bir şey takılıyor. Yumuşak. Göz kapaklarımı aralıyorum. Elimde tuttuğum şeyi yüzüme yaklaştırıyorum. Bir oyuncak ayı. Yatağıma nasıl girdiği hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Umurumda da değil. Oyuncak ayıyı odanın diğer tarafına fırlatıyorum.
Baş ucu lambam hala açık. Ben uyurken onu kapatacak bir annem yok. Hiçbir zaman olmadı. Annem asla benimle ilgilenmedi. Hala da ilgilenmiyor. Gerçek annem bile ilgilenemedi ki. Onun benden daha önemli bir kaç işi var. Evet. İşi var. Benim de var. Bu küçük ve köhne kasabadaki tek süpermarket’te çalışıyorum. Sadece pazar günleri. Burada iş bulmak çok zor, çünkü burası küçük bir yer.
Bugün kesinlikle berbat bir gün. Bu kasabayı sevmemin tek nedeni, burada çok az insanın yaşıyor olması. Bugün okul var. Galiba. Bir takvimim yok. Zaten ihtiyacım olmuyor.
Benim için yeni bir okul gününe hazırlanmak, sahip olduğum tişörtlerden en temiz olanı ile kot pantolonlarımdan birini giymek ve siyah rimelimi sürmekten oluşuyor. Genellikle siyah giyerim. Soluk ve cansız renkler. Benim gibi.
Yataktan kalktım. Yerde duran kırmızı tişörtü elime alıp kokladım. Hafif bir parfüm kokusu vardı. Kötü kokmuyordu. Birkaç gün daha giyilebilirdi. Bluzu üstüme geçirip, yerde duran siyah dar kot pantolonu yerden aldım. Banyoya doğru ilerlerken bir yandan da pantolonu bacaklarımdan geçirmeye çalışıyordum. Dişlerimi fırçaladım. Rimelimi sürdüm. Kapının arkasına asılı deri ceketlerimden birini dikkatli bir şekilde üstüme geçirdim. Yatağa oturup yerde kırmızı deri çizmelerin içine ayaklarımı geçirip, fermuarını sonuna kadar çektim. Ve ayağa kalktım. Boş çalışma masasının üstünde duran defteri alıp evden çıktım.
Her şey normaldi. Her şey aynıydı. Her şey basitti.
Okula doğru uzanan taşlı yolu takip ediyordum. Adımlarım gevşek ve hızlıydı. Kimse bu yolu kullanmıyordu. Okula gitmenin iki yolu vardı. Sonuçta kim eski evlerin ve kaldırımların parçalanmış olduğu ıssız bir yolda yürümek isterdi ki. Sanırım sadece ben ve Eddie. ‘Kaçıklar’ la takılıyor. Ben onlara böyle sesleniyorum. Güç gösterileri yapıyorlar. Bazıları bunu eğlenmek için yapıyor. Bu kasabadakilerin garip bir eğlence anlayışı var.
Ona adımın Heaven olduğunu söyledim. Bu onu güldürüyor. Hayır. Gülmek yanlış kelime. Keyiflendiriyor. Aslında adımı hiç kimse bilmiyor. Kimse hatırlamıyor. Ya da ben hiç kimseye söylemiyorum. Annem bile hatırlamıyor. Ona niye ismimi söyleme gereği duyayım ki. Herkese adımın Chanelle Elizabeth olduğunu söylüyor. Şaşırmıyorum. Onun gerçek annem olmadığı bir sır değil. Ama birine anne demem lazım. Daha zevkli bir anneye hayır demezdim. Ama doğrusu… Umurumda değil.
Bugün havada biraz sis var. Gerçi ne bekliyordum ki. Güneş mi? Hiç sanmıyorum. Burada yılın neredeyse her günü yağmur yağıyor. Bu bulutlu gün için Tanrı’ya teşekkür etmiyorum. Bu ceketi çıkarken elimde taşımak için almadım! Aptal okul gazeteleri! Aptal gazete yazarları!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sonsuz Başlangıç
RomanceO diğerlerinden çok farklı. Ne masum. Ne kolay. Ne duygusal. Ne narin. Hiçbiri. O sadece öleceği günü bekliyor. Ya da doğacağı günü. O unutulmuş. Hatırlanmıyor. Umurunda da değil. Umurunda olduğu tek şey sigarasının bitip bitmemesi. Yaşadığı yeri he...