Sabahın köründe kalkıp, işe gitmeyi kim akıl etti acaba?
Belli ki lafı sözü dinlenen bir abimizmiş kendileri. Öyle ya; sen o mis gibi uykunu bırak, sabahın en acayip vaktinde yollara düş, gün boyu uykuyu hayal ederek çalışmaya çalış. Aslında tembel olduğumdan değil bu serzenişim. Çalışkan bile sayılırım, sayıları çeşitli rakamlarla ifade edilebilecek arkadaşlarımın yanında. Ama gelin görün ki bu bile, sabahın köründe kalkmamı, uykuyla bezeli aklıma durumu özetlemeye yetmiyor.
Baharı görmeden yaz geldi ve hiç de öyle kolayca geçeceğe benzemiyor. Zira öğle saatlerinde İstanbul'un o dillere destan nemiyle bir araya gelip, rakı balığına tavla atacak sıcaklar, erkenden uyanmış da yollara düşmüş bile... Bu arada zira kelimesini de cümle içinde kullandığımın farkındayım ve edebiyatla alakamın ilkokulda bütün serilerini okuyup bitirdiğim Üç Harfli Ali hikâyelerinden bu tarafa geçmediğini belirtmek durumundayım.
Edebiyatla arama Anadolu Hisarını diken babamdan daha sonra bahsedeceğim. Ama önce şu elimi yüzümü yıkayıp, yavaştan işe doğru yola koyulmam lazım.
İşim mi?
Babamla birlikte Balat'ta işlettiğimiz esnaf lokantasından bahsediyorum...
İsmim mi?
Cevahir... Balat'ta kime sorsanız, "Kim ulan o?" cevabını alacağınız mülayim ünsüzler grubuna ait şahsiyetin ta kendisi yani. Hayatımın her noktasını yapabileceğinin en iyisini sergileyerek, simsiyah bir renge boyayan babam, nam-ı diğer Kelle Faik'le birlikte işlettiğimiz -ki babam kanımca birlikte işletiyoruz diye beni işletiyor- esnaf lokantasının mikroskopla bakıldığında ancak görülecek küçüklükteki ortağı; Cevahir Perver. Bir bakıma İstanbul'daki tuhaf ailelerin, en tuhaflarından birine biyolojik olarak üye olma şanssızlığına sahip öylesine bir Cevahir.
Anne, baba ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birimine sosyologlar tarafından aile denmesine, ailenin tek çocuğu olmamdan dolayı ve sırf bu yüzden çocuklar tanımlamasına yaklaşamamamızın sebebi olarak, sosyologların bizi çekirdek bir aile olarak görmeyişine sebep olduğu düşünülen fazlalık Cevahir.
Nüfus kütüğünde anne ibaresinin karşına denk düşen yere yazılan ismiyle Cevriye'nin -tabi benim haricimde herkesin bir lakabının olduğu Balat'ta onun da bir lakabı var; Üç Vakit- sümsük oğlu Cevahir.
Üç Vakit Cevriye, sabah sabah bütün Ayşen Gruda haliyle tepemde dikiliyor.
"Kalksana ulan eşşeğin sıpası!"
Buradaki sıpa ben, gayet gizsiz özne olarak belirtilen eşşek ise babam oluyor... Ve ne gariptir ki annem bana yedi yaşımdan beri babamın yanında eşşeğin sıpası diyemiyor.
(Buğulu bir görüntüyle, anlamsız bir lir melodisi eşliğinde geçmişe dönüyoruz.)
Yedi yaşındayım. Tarihler 4 Temmuz 1987'yi gösteriyor. Babamın, o günlerde aslan bacanağı, annemin bir türlü ısınamadığı ve buna mukabil teyzemin aşkından yanıp yanıp tutuştuğu eniştem Mürsel'e, "Aç şu dillere destan çükünü de aslan bacanağım erkek görsün de gözleri bayram etsin, ehheheheheee!" dediği yıllardan epeyce bir vakit sonrası.
Sanıyorum orada yaşayabilmek ya da vatandaşı olabilmek için götümüzün başımızın ayrı oynadığı müttefikimiz, dostumuz, canımız, ciğerimiz Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluş günü.
Aslında bu günün anlam ve önemi sadece A nokta B nokta C noktanın dünya tarihine bodoslama dalışıyla sınırlı değil. Dalış takımlarını her daim üzerinde taşıyan babam Kelle Faik'in, Kenan isimli bir askerin 1980 yılının Eylül ayındaki 12. gününe denk getirip, sokağa çıkanın anasını bellerim dediği günde, annem Üç Vakit Cevriye'ye çıkarma yaptığı güne rast geldiğini de anlamışsınızdır.