Canım rehavetim beni Hülya'dan bile sıcak sarıp sarmalamış, açık olan pencerenin karşısında mayışıp kalmıştım. Kurduğum onca hayale rağmen Hülya, rüyalarıma girmemiş, hatta kapısından dahi geçmemişti. Ben de bu gece göreceğim rüyaya mecburen damsız girmek durumunda kalmıştım.
Aslında rüyalar iyidir. Damsız girilmeyen bar kapılarında dikilip, abazan abazan etrafı kollamaktan daha masrafsızdır. Ha, bir de şu durum var. Hani damsız deniliyor ya, içeriye damıyla giren damlıların da damsız kapıda bekleyen abazanların da öyle birbirlerinden kalır yanları yok. Tek fark dam. Biri dışarıdaki komşu tavuklarını, diğeri de dışarıdaki komşu tavuklarını kışkışlar.
"Yengenizle eğleniyoruz!" şeklinde sosyal medyaya servis edilmek üzere şakır şakır çekilen fotoğraflarda bu izlenim yaratılmak istense de, mevzunun aslı tamamen "dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı," kabilinden hareketlerden öteye gitmez. Yani benim güzel dostlarım, Türk Dil Kurumu'nun olanca mesaisini harcayıp, ellerin teknolojisine isim bulma gayretleriyle ortaya çıkan milli deyimimiz #özçekim ya da intırneyşınıl adıyla #selfie, bu gibi durumlarda başka amaçlar için kullanılır. Kadraja giren hatunlardan birini, bu mekâna zırt pırt giren çıkan bir arkadaşım tanırsa ve o gezdirilmekle ve alabildiğince eğlendirilmekle mükellef kılınan Yenge, yani Dam, gecenin sonunda uygun bir bahaneyle sepetlendikten sonra, horoz ölür gözü çöplükte kalır ataklığıyla araklama gayretlerine zemin hazırlamanın yolu aranır. Bu durum bazen Yenge, yani Dam aynı ortamdayken bile üstün cesaret madalyası verilecek bir ataklıkla hayata da geçirilebilir.
Ya işte her neyse...
Bir ara uyanmamla karşımdaki kanepede oturanın bizim evin nüfusuna dahil olmayan bir yabancı olduğunu anlamam, ışığın bir saniyede aldığı yol kadar hızlı olmuştu. Vaziyetindeki tuhaflığı anlatmama kelimeler yetmez. Baştan aşağı bembeyaz giyinmişti ve üzerinde bu havanın sıcağına oldukça muhalif, beyaz, kürk bir palto bulunuyordu. Bu sıcağa muhalif abimizin ayaklarında ise siyah renkli ve yüksek topuklu ve ayak fetişistlerini rahatlıkla baştan çıkarabilecek türden bir ayakkabı vardı. Başındaki şapka ise, Bavyera halkının milli simgesi haline gelmiş, kenarı tüylü bir şapkaydı. Bu şapkaları küçükken, yazları Almanya'dan gurbet iznine gelen ve boyunlarına astıkları radyolarla ortalıkta arz-ı endam eden sonradan birçok şeyleri görebilme şansına erişmiş abilerimizde görürdüm.
"Siz de kimsiniz kuzum?" dedim... Yok yok! Bunu ben demiş olamam... Kesin birileri konuşmamın üzerine dublaj yapıyor. Yani ben bu soruyu kendi üslubumla sorarım. "Kimsin ulan sen!?"
"Tanımadın mı?" dedi istifini bile bozmayan kürk yumağı.
Ses tanıdık gelmişti ama ben de ses hafızası denen bir şey yoktu. Bazılarında vardır o. Özellikle telefonu açar açmaz, "Alo" demenizle birlikte, "Ooo! Cevahir! N'aber lan yavşak? Ne işin düştü yine ibne?" diye cevap aldığım zamanlarım olmadı değil. Nitekim benim çevremde yayılan öküzlerin çoğu ile muhabbetim bu şekilde cereyan eder.
"Tanışıyor muyduk yoksa?" dedim.
"Hep tanışıyorduk zaten Cevahir," dedi bacak bacak üstüne attı. Allah'ım ne iğrenç bir görüntü. O ayakkabıları üreten ben olsaydım, kesin mesleği bırakır emlakçılık işine girerdim.
"Nereden tanışıyormuşuz?" dedim ben de. Ayaklarına bakmamak için kendimi zorluyordum.
"Yapma Cevahir!" dedi ve o kürklü paltosundan bir şişe çıkardı. Hani o sahildeki şişe vardı ya, işte ona benzer bir şişe. Uzanıp şişeyi aldım. Ona benzer bir şişe değildi bu şişe, o şişeydi... Ve karşımdaki de o şişedeki her kimseydi.