1. Bölüm: Nitel

257 39 89
                                    

Awan Lee Rogerson , Portland'da küçük, sevimli bir ofise sahipti. Psikoloji eğitimini tamamlayıp diplomasını alalı yaklaşık altı yıl olmuştu. İki yıllık bir evliliği vardı. Arkadaş çevresi çok geniş olmamakla beraber eğlenceli, samimi bir ortamdı. Anlayacağınız sahip olduğu, düzenli bir hayattı. Dinç bir vücudu vardı, sıkılığını sabah egzersizlerine borçlu olsa gerekti.

Bir pazar sabahı 07.30'da çalan alarmından bir dakika önce uyanmıştı. Üstündeki pikeyi tekmelerken yatağın en ucunda olduğunu fark etmemişti. Haliyle bunun sonu, meşe parkelere sert bir günaydın öpücüğü vermek olmuştu. Gürültüyü ve inlemeyi duyan eşi Erica, elindeki mutfak havlusuyla birlikte odanın kapısına gelmişti. Erica'nın güzel kahkahasını duyan Awan, yataktaki yastıklardan birini Erica'ya atmak istemişti. Doğruluken kolunu vurmuştu fakat o yastığı yine de -yumuşak bir biçimde de olsa- karısına atmıştı. Gün, geri kalanının da olacağı gibi hareketli başlamıştı.

Erica koşarak merdivenlerden inerken, Awan sakince yerden kalktı. Ve günlük rutin başladı. Soğuk suyla kısa bir duş alıp Erica'nın yanına -mutfağa- gitti.
"Sen bana gülmüştün değil mi?" dedi ve Erica'nın üstüne su atıp intikam duygusuyla güldü. Erica'nın buna cevabıysa "Şanslı günündesin, ahbap." deyip çoktan hazırladığı kahvaltı masasının yanındaki sandalyeyi geri çekip Awan'ın oturmasını beklemek oldu. O gün keyifleri yerindeydi.

"Çok romantiksiniz bayım ama hani benim çiçeklerim?" diyerek bir soru yöneltti Awan. Böyle de ilginç bir çiftlerdi işte.

Onlar tebessüm eşliğinde kahvaltılarını ederken, birkaç sokak ileride Alkas Sophia Pater kabusunun ateş çıkartan sivri tırnaklarındaydı. Size kabusundan şimdi bahsedip Alkas'ın kaderine ortak etmek istemem. Ama elbet Alkas birilerine anlatır değil mi? Benim suçum olmaz, yanılmıyorsam. O yatağında ağlaya dursun, ben de ondan bahsedeyim. Ailesi Chicago'da yaşamını sürdürürken Alkas birkaç yıl önce işi için Portland'a taşınmıştı. Burada iki katlı, küçük fakat sevimli bir bahçesi olan evde yalnız başına yaşıyordu. Çığlıklarına yetişip onu uyandıracak -ya da uyutacak- kimsesi yoktu. Aslında çok yakın bir arkadaşı vardı fakat onun şehrin diğer ucundan duyup yetişmesi saçma değil mi? Alkas sıradan bir kadın değildi. Türünün tek örneği de değildi. Bayıldığı zevkleri vardı. Stephen King'in Hayvan Mezarlığı'nı birkaç gece önce bitirmişti. Elinden birçok kaliteli kitap geçmişti. Müziğine toz kondurmazdı. Bunu zaten zaman içinde hepimiz görürüz. Belki hepimizin aklı başka bir noktada kalır. Bilemeyiz.

Alkas'ın elleri titriyordu. Çenesi kasılmıştı ve bacağında da iğrenç ötesi bir kramp vardı.

"Şu aptal telefon yine nerede?" diye sessizce hayıflandı. Zaten hıçkırıkları söylediklerinin anlaşılmasını engelliyordu. Telefonunu nihayet bulmuştu fakat titreyen elleri arkadaşı Milena'nın telefon numarasını bulmasında hiç yardımcı olmuyordu. İnsanı yoracak raddede çaba göstererek Milena'yı aradı. Milena telefonu açana kadar hıçkırıklarını durduramadı Alkas. Telefon açıldığında hıçkırıkları kesilir gibi oldu ancak söyledikleri hala tam olarak anlaşılmıyordu.

"Günaydın Alkas!" Milena'nın neşe dolu sesi Alkas'ı normalde güzel bir güne sürüklerdi. Milena pozitif ve oldukça tuhaf bir insandı.

"Onun... bilmiyorum... o..." kelimeler farklı cümlelerdendi fakat gözyaşları ve hıçkırıklarının aynı harf dahi olduğuna yemin edebilirim.

"Alkas? Ne diyorsun?" Milena, Alkas'ın hıçkırıklarını hattın çekmemesinden kaynaklanan seslerden biri gibi algılamıştı.

"İyi... değil... im." Bu sefer Melina, Alkas'ın ağladığını fark etmişti.

"Neredesin? Yanına geleceğim."

Alkas'ın telefon kapanmadan söylediği en son şey, söylediği en net şeydi. Aynı zamanda en soru işareti dolu olandı da.

"O geliyor."

Neden Ona İnanmadınız ~ #Wattys 2016Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin