Bu bölüm hayatın tadı tuzu olan ufak çaplı paranoyalara gelsin...:))
***
Luhan'ın mükemmel olduğunu herkes bilir, aksini iddia eden de pek hoş karşılamazdı. Onun kendine has bir çekim gücü, şeytan tüyü vardı. Yanında kim olsa bir hastalığa yakalanmışcasına Luhan'ı sevmeye başlardı. Yine de Luhan'ın sahip olduğu şeyi şeytan tüyüne, bulaşıcı bir hastalığa benzetmek haince bir davranış olurdu. Luhan benzese benzese esnemeye benzerdi.
Onun yanında olan birinin kendisini sevmeme gibi bir ihtimali olmazdı. Esneme gibi bulaşıcıydı sevilesiliği, Esneme gibi mayhoş bir tar bırakırdı ruhta. Gözler sulanır, dudaklar buruk bir gülümseme ile kıvrılırdı. Engel olamaz, durduramazdınız. Hele birden fazla kişi varsa etrafta; teker teker, tıpkı birinin esnemesi ile aralanan sayısız dudak gibi bakışları değişirdi. Güzel bakarlardı Luhan'a. Luhan'ı severlerdi.
Zaten Luhan, sevilmeyecek gibi değildi. Güzel giyinir, derslerine çalışır, kitap okurdu. Yemek yerken ağzını şapırdatmazdı Buna rağmen birini dinlerken, hele de keyifli bir sohbetin tam göbeğinde bulmuşken, o pembeye çalan dudakları aralanır, dili dudaklarında gezinirdi.
Luhan içsel olarak da güzeldi. Teyzem bir keresinde kötü insanların zaman içinde güzelliklerini kaybettiğini, başka bir deyişle içlerindeki kötülüğün dışlarına yansıdığını söylerdi. Eğer bu doğruysa, eğer insanların ruhu güzelliklerine karar veriyorsa Luhan'ın içi sandığımdan da temizdi. Düşünceleri, kararlılığı, mantığı... Her şeyi temizdi... Luhan güzeldi.
Eğer bir şair olsaydım şiirimde tek bir kavram kullanırdım; Luhan'ı sevmek...
Bu kavram birçok kelimeye azat, birçok kelimeye de hapis olurdu. Yepyeni fikirler ortaya çıkardı. Hatta yeni hisler peydah olurdu aciz yüreklerde. Luhan'ı sevmek tarif edilemezdi. Fikir ve ruh karmaşasına sebep olurdu insanda. Luhan'ı sevmeyi açıklayamazdın. Luhan'ı sadece sevebilirdin...
Ve sanırım her şey tam olarak bu zaman başlamıştı.
Luhan'ın mükemmel olduğunun her zaman farkında olmuştum. Parmaklarından akan portakal suyunu ilk izleyişimden bu yana, birçok kez teyit etmiş, defalarca dile getirmiştim. Luhan mükemmeldi. Luhan sevilmeyi hak edendi.
Belli bir zaman sonra, lisedeki birinci senemizin son haftalarında yaklaşan kaosun uğultusuna bizzat şahit olmuştum. Sene sonu için, klasik dünya edebiyatından bir tiyatro eseri sergilenecekti. Öğrenciler belirlenmiş, provalar ardı arkası kesilmeden sürmüştü. Luhan, tahmin edildiği gibi baş roldeydi. Ve, herkes onu çok sevmişti.
Sorunun ne olduğundan emin değilim. Luhan her zaman sevilmişti. Fakat şimdi... Değişen neydi? Bir şeyleri kıskandığım, üzgün olmamın sebebinin de yüreğimde peydahlanmış bu kıskançlık olduğu bariz bir gerçekti. Ama neyi kıskanıyordum... Luhan çok seviliyordu, evet biliyorum, bunu herkes biliyor ama... Neden şimdi, burada, bu yaşımda hissediyorum tüm bu duyguları? Dert ettiğim şey neydi? Luhan'ın çok sevilmesi mi yoksa benim hiç sevilmemem mi? veya, içlerindeki en acısı olan seçenek... Sevilmeyi hak etmemem mi?
Bu sorular, havaların iyice ısınmasına nazaran hala akşam üstlerinin serin rüzgarlar ile yapraklarını efil efil uçuşturduğu bir haziran gününde takılıyor kafama. Luhan provadan çıkmış, ev ödevlerini bile yapmadan yanımda almış soluğu... Her zamanki gibi...
Kucağımdaki plastik beslenme kabını açarken alt dudağımı dişliyor, kıskacı çevirmeye çalışırken parmaklarımı zedeliyorum. Luhan'ın ikaz edici bakışları altında asabım iyice bozuluyor, kabı kendine almaya çalışırken ellerini pataklıyor, kabı kendime çekiyorum. En sonunda, dişlerimi geçirerek açıyorum mavi puantiyeli dikdörtgen kutuyu. Luhan bana buruk bir gülümseme bahşederken ellerimi kucağına çekiyor, kimseyi umursamadan tek tek okşuyor parmak uçlarımı. ''Her seferinde bunu yapman sinirimi bozuyor. Ne olur ben açsam? İkimiz de zarar görmeyiz bu sayede... Ama öyle inatçısın ki her gece yatmadan önce kurabiyelerin çabucak bitmesi için dua etmekten başka bir şey gelmiyor elimden...''