Sadece on altı yaşındayım. Buna rağmen, kendimi insanlar hakkında üzücü birçok şeyi on altı yaşıma kadar öğrenmiş halde bulmuştum.
Savaşlar, para için yayılan salgın hastalıklar ve katliamlar... Bunlar herkes tarafından kabul edilen, bariz gerçeklerdi. Her insanın içini titretir, gözlerinin sulanmasına sebep olurdu.
Bir de, insanlar için tabu haline gelmiş şeyler vardı. Doğru mudur, değil midir? Gerekli midir, değil midir? Yıllar boyu bu ikilem arasında iplik örmüş, gerçekler vardır.
İnsanlar hayatlarında birçok şeyi planlamak isterdi. Kendi ideallerine göre yaşar, asla üzülmek istemezdi. Ben de asla üzülmek istemezdim.
Bu dünyada her istediğimizi alamayacağımızı öğrendiğimde on altı yaşımdan çok daha küçüktüm. Fakat ne anlama geldiğini öğrendiğimde, işte o zaman on altı yaşındaydım.
İlk olarak ne kadar kimseyi üzmeyeceğim, kimse de beni üzmeyecek desem de bunun bir avutmadan ileri gidemediğini öğrendim. Hayal kırıklıkları belli bir zamandan sonra ruhun gıdası haline geliyordu, elin kolun bağlanıyor hiçbir şey yapamıyordun. Ve elinden gelen tek şey -ki bu da hiçbir şey yapamadığını kanıtlar nitelikteydi- içini çekip hüzünle eskilere bakmak oluyordu.
Mükemmel arkadaşlığım ve aşkımın bozulup da umutsuzca mucizeleri arar olduğumda da hiçbir şey yapamamıştım mesela. Minseok birdenbire bambaşka biri haline gelmişti.
Ondan uzaklaşmaya başlamam, kademe kademe ve sindiremeyeceğim ağır darbeler ile seviye atlamıştı. Bir anda, elimde hiçbir şey kalmamıştı.
Ve şimdi, hüzünle etrafıma bakınmak dışında hiçbir şey yapamıyorum...
Tanrım... Birden bire ne olmuştu böyle?
Düşününce lise ikinci sınıfın, sömestr tatili sonrasına kadar her şey normaldi. Minseok boş zamanları kitap okuyarak ve defterine bir şeyler karalayarak geçiriyordu. Her ne kadar sınavlarında düşüş olsa da dersler gerçekten zordu, bunun için onu suçlayamazdım. Boyu birkaç santim daha uzamıştı fakat hala benden kısaydı. Hala gülümsediğinde nefesimi kesiyordu. Kimi geceler aynı yatakta uyuyorduk. Anlaşılacağı gibi, her şey normaldi. Büyüyor, fakat bir arada devam ediyorduk.
Muhtemelen, Minseok'da ki bariz değişimi fark edememiş olmamın sebeplerinden biri de buydu. Hep bir aradaydık. Ve benim için her şey son gerece normal, huzur doluydu.
Uykunun tutmadığı bir gece, ayaklarıma geçirdiğim terlikler ve bordo, yün hırkamı sırtıma geçirerek kendi odamdan çıkıyorum.
Birkaç gündür, Seul'e gelen kar fırtınası, burayı da etkilemişti. Kar okul çevresini bembeyaz yapmış, hava sıcaklığının birdenbire düşmesine sebep olmuştu. Minseok'un kaldığı odayı gürültüye sebep olmayacak şekilde tıklatıp içeriye giriyorum. Muhtemelen Minseok uyuyordu, saat gece yarısını geçmişti... En azından ben onun uyumuş olduğunu düşünüyordum...
Kapı açıldığında ve gıcırtı odada yankılandığında Minseok ranzasında doğrulup bana bakıyor. Okuma ışığı yüz hatlarına çarpıyor ki, ay ışığını benziyor. Minseok uykulu gözleri ile bana bakarken son derece sevimli duruyor.
''Hey, uyumadın mı sen daha?'' diye soruyorum fısıldayarak. Minseok başını olumsuz anlamda sallayıp beni süzüyor. ''Bir şey mi oldu?''
''Uyku tutmadı da.'' diye mırıldanıyorum mahcup bir gülümseme ile. ''Kollarında huzur bulmaya geldim leydim.''
Reverans yapıp Minseok'un ranzasına tırmanmak için hamle yaptığımda Minseok gözlerini devirip yatakta yana kayıyor. ''Kaç kere dedim sana bana leydim deme diye.''