Biraz daha yükselip aramızdaki mesafeyi daha da azalttım. "Rahatsız olur musun?" hastalıklıymışım gibi yine aynı soruyu sordum, ve dudaklarına uzandım.
Bu bir an, çok uzun bir zaman dilimiydi. Zamanın böylesine göreceli olması insanı yanıltıyordu, ona ulaşıncaya dek geçen süre bana yıllar gibi gelirken gerçekte otuz saniye ancaydı. Otuz saniye fakat dudaklarımın delilercesine titrediği bir otuz saniye. Avuç içlerimin sırılsıklam olduğu bir otuz saniye.
Dudaklarımı onunkilere bastırdığımda, dudaklarının göründükleri kadar yumuşak olduğunu hissetmiştim. Lay afallamış gibiydi, çenesindeki elimi boynuna sürterek ensesine ulaştırdım ve dudaklarımı ona biraz daha bastırdım. Derin bir öpücük planlamamıştım aslında, doğrusu öpücüğü bile planlamamıştım. Kendimi geri çekmeye hazırlanırken Lay son 5 dakikadır nereye koyacağını bilemediği ellerini belime sarıp beni hızla kucağına çekti.
Bu sefer ben afallamıştım. Kucağına yerleştiğimde, Lay beni daha da çekip bedenlerimizin birbirine yapışmasını sağladı. Kollarımı ensesinde birleştirdiğimde, diliyle dudaklarımı aralamıştı.
Derine iniyordu. Kıkırdama isteği duydum fakat halimden o kadar memnundum ki bu anın bozulmasını asla istemiyordum. Ona onun istediği şekilde karşılık veriyordum. Üst bedenimi yavaşça ona sürterken öpüşünü daha derinleştirdi. Kalçalarımın altında sertleştiğini hissetmiştim.
Gözlerim kapalıydı fakat yemin ederim dünya felaket dönüyordu. Ellerimi omuzlarına indirip nefes alabilmek için kendimi geri çektim.
Gözlerimi açmamıştım, omuzlarından destek alıp kalçamı hafifçe indirip kaldırarak pantolonun üstünden ona sürtündüm. Sesli bir şekilde yutkununca ben de aynısını yaptım.
Ardından da gözlerimi açtım, dudakları kızarmış aralanmıştı. Onun gözleri kapalıydı, dikkatle onu izlerken kafasını geriye atıp koltuğa yasladı. Uzanıp belirginleşen adem elmasının üstünü sulu bir şekilde öptüm. Belimi saran parmakları, derimi sıkmış nefesi titremişti.
Bir an önce ondan uzaklaşmam gerekiyordu, aksi takdirde kendimi biliyordum. Bu işi bırakmayacaktım.
Ondan da destek alarak koltuğa indim ve ardından da ayağa kalktım. Nefeslerim kesikti.
Ben üstünden kalkınca Lay kafasını kaldırıp bana baktı. Ne olduğunu ya da ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışır gibi bakıyordu fakat bunların hiçbirinin cevabını ben de bilmiyordum. "Ben... işe gideceğim." Dedim sağ elimi enseme atıp gergince saç dibimi kaşıyarak.
İşe gitmem için daha vakit vardı fakat şu an bu evde duramazdım. Kafasını iki yana oynatıp boynunu rahatlattı, yan dönüp koltuğa bacaklarını uzattı. "Kolay gelsin." Dedi benim gibi kısık sesle. İkimizin de yüksek sesle konuşmaya mecali kalmamış gibiydi.
Hızla üst kata çıkıp Lay'in uyumam için gösterdiği odaya daldım, burası epey ufaktı. Bir yatak, bir boy aynası ve gardırop anca sığıyordu. Eh, daha iyisi olamazdı. Üzerime üniformaları geçirip (üniforma dediğimde çok resmi duruyor fakat siyah bir etek ve düz gömlekten bahsediyorum.) aynı hızla evden çıktım. Aynada görmüştüm; yüzüm kızarmamıştı. Fakat içim için aynısını söyleyemeyecektim. İçimde şu an kırmızının her tonu havai fişek gibi patlıyordu, enerji doluydum ve eve geri dönmek istiyordum. O ana geri dönmek.
Böyle bir şey olmayacaktı.
Her zamankinden daha hızlı bir şekilde restorana geldiğimde beni patronum karşılamıştı. "Gi Yun!" dedi şaşkınca. "Daha mesaine var!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
call me whatever/whenever (zhang yixing)
Fanficona bakıp "hepimiz bir şeylerden kaçıyoruz; anlatmak, açıklamak zorunda değilsin. sadece kaçtığın yerde mutlu ol." demek istedim. demek istedikçe ağzımdan tek kelime dahi çıkmadı.