Günlerce koşarak ulaşabildiğim şehir, o ülkenin başkentiydi. Dostlarımızın arasında olduğumu biliyordum. Yorgunluktan bitap bir halde Türkiye Cumhuriyeti büyükelçiliğine ulaşmaya çalışıyordum. Çok kalabalık bir pazar yerindeydim. Herkes birbiriyle yüksek sesle konuşuyordu, ama konuştukları dil, benim bildiğim bir dil değildi.
Bazı sokaklarda tabelalar vardı. Bazı sokaklar ise labirent gibiydi. Elimde küçük bir harita vardı, ancak o da parça parça çizimler içeriyordu.
Birilerinden yardım almaya karar verdim.
“Pardon bakar mısınız?”
Kimse dönüp bakmıyordu. Sesimi yükselttim,
“Pardon! Hanımefendi! Beyefendi!”
Beni görmüyor ve duymuyorlardı. Birinin kolunu tuttum.
“Bana yardım eder misiniz? Kayboldum!” dedim.
O ise bilemediğim o lisanla anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek yanımdan uzaklaşıp gitti.
Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım ancak kimseye sesimi duyuramadım. İyiden iyiye paniklemeye başladım. Herkes, ben yokmuşum gibi davranıyordu! Oradan asla kurtulamayacağımı düşünüyordum. Bir o yana bir bu yana koşuyor, bir yandan da birinin beni duyması ümidiyle bağırmayı sürdürüyordum. Kollarına yapıştığım insanlara, bana yardımcı olmaları için yalvarıyordum.
Çıkış yolunu bulamadıkça oryantasyonum iyice bozuldu. Kesinlikle birinin yardımına ihtiyacım vardır ancak oradakiler, adeta ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. Orada yapayalnız öleceğimi düşünmeye başlamıştım.
Bu yazdığım şeyleri okuyan her kesin, bunları uydurduğumu, ya da gördüğüm bir kabusu yazdığımı düşündüğüne eminim. Emin olunuz ki, bunlar birebir yaşadığım gerçek şeyler.
Çünkü ben yaşadığım en büyük aşka böyle başladım.
Tam da çıldırmama ramak kaldığı noktada, çizgi gözlü XsanYuu’m geldi yanıma, elimi tuttu. Onun da söylediklerinden bir şey anlamıyordum, ama beden diliyle,
“Gel benimle! Ben senin yaşayabileceğin en büyük aşkım!”
dediğini görebiliyordum.
Beni götürdüğü köyde, deliler gibi aşık olduğum XsanYuu ile evlendiğimde Kore Savaşı devam ediyordu ve ben bir asker kaçağıydım.