Gecenin geç saatleriydi. Karanlık Mens'in ıssız sokaklarına is gibi çökmüştü. Kasaba meydanındaki ortak çeşme neredeyse kurumak üzereydi. Sıcak, çok sıcak... İp kadar ince akan suyun şırıltısı ve kurbağa sesleri birbirine karışarak yankı buluyordu boş sokaklarda.
Yaklaşık üç yüz hanelik küçük bir kasabaydı Mens. Genellikle iki katlı olan evler taştan yapılmıştı ve üzeri toprakla sıvanmıştı. Kireçle beyaza boyanmış duvarlar, ahşap kapı ve pencereler... Şirin bir yer olduğu söylenebilirdi, en azından biraz bakım yapılsa.
Evlerin sıvaları dökülmeye başlamış, kapı ve pencereler çürümüş, yıllardır aktarılmayan kiremitler ve boyanmayan duvarlar yosun tutmuştu. Birilerinin yaşadığı bilinmese yıllar önce terk edildiği düşünülürdü buranın. Adeta lanetlenmişti kasaba. Tarihinin en zor yılını geçiriyor olmalıydı Mens halkı. Aylardır yağmur yağmamıştı. Kuraklık, açlık, salgın hastalıklar... Her geçen gün biraz daha tüketiyordu sabırları yok ediyordu umutları. Mezarlıkta yer kalmamış olacaktı ki artık cesetleri yakmaya başlamışlardı. Bir gün erken ölmek bir gün daha az acı çekmek anlamına geliyordu onlar için. İşte o gece Mens tamda böyle bir yerdi; mutluluğun terk ettiği ve asla geri gelmeyeceğinin bilindiği bir yer.Bu saatlerde dışarıda birilerini görmek pek mümkün değildi. Bir kişi dışında -Bayem. Kasabanın delisi ve tek eğlence kaynağı olan Bayem; gündüzlerin büyük bölümünü gölgelik yerlerde uyuklayarak geçirir, geceleri ise boş sokaklarda hayali arkadaşlarıyla volta atardı. Nöbetçiler zamanla Bayem'in bu haline alışmış, kimsesiz ve zararsız bu deliye ses etmez olmuşlardı. Bir yerlerden eline geçirdiği tabureyi sürükleyerek ilerlemesinden anlaşılıyordu ki her zamanki rutin konuşmalarından birini yapacaktı. Pazar meydanının tam ortasına geldi ve elindeki taburenin üstüne çıktı. Sanki büyük bir kalabalık onu izliyormuş gibi etrafını düzdü, başını hafifçe öne eğerek izleyicilerden birine selam verdikten sonra derin bir nefes aldı ve konuşmasına başladı.
"Kardeşlerim! Dün de söylediğim gibi bugün düne göre daha zor geçti ve inanın yarın daha da zor olacak. Buralar lanetli, bu topraklar lanetli... Hepimiz zavallılar gibi durmuş çaresizce ölmeyi bekliyoruz. Çocuklarımız aç, hasta, ölüyorlar. Her geçen gün gözümüzün içine baka baka biraz daha ölüyorlar!
Gelin hep birlikte güneye göçelim. Orada şırıl şırıl akan ırmaklar olduğunu duydum, meyve veren ağaçlar, yeşil ovalar, avlayabileceğimiz hayvanlar olduğunu duydum.
Kardeşlerim, kardeşlerim! Gitmeyin, dağılmayın, beni dinleyin!"
Bayem umutsuzca gerçekte hiç var olmayan kalabalığın dağılışını izledi. Küçük bir çocuk gibi dudak büktü, altındaki tabureye çöktü ve sessizce bekledi. Belki de söyledikleri doğruydu ama kim dinlerdi bu deliyi? Deliydi sonuçta...Tiz bir kadın çığlığı bozdu bu sessizliği. Ses pazar meydanının ilerisindeki yokuşun hemen sonundaki evden geliyordu. Tahta kapının yanındaki taşa oturmuş heyecanla bekliyordu Nika. Evin sokağa bakan penceresinden sızan ışık yüzünün bir parçasını aydınlatıyordu. Gözlerinden yeni uyanmış olduğu anlaşılıyordu. Sağ bacağını hiç durmaksızın sektiriyordu. Uzun siyah saçları, terleyen alnına ve boynuna yapışmıştı. Birazdan baba olacaktı ama sevinmeli miydi? Yoksa üzülmeli miydi? Kararsızdı. Endişeyle çattı kaşlarını, bu yıl salgın hastalıklardan ölen onlarca çocuğu düşündü. İncecik bileğinden kopuverecekmiş gibi duran elini boynuna götürdü. Tenine yapışan saçlardan kurtulmak istedi ancak o kurtulmaya çalıştıkça daha çok yapışıyor gibiydiler. Pes etti, bıraktı.
Bir süre sessizlikte guruldayan karnını dinledi. Bomboş midesi iki büklüm olmuş ona acı veriyordu. Sabahtan beri birşey yememişti, yiyecek bir şeyleri de yoktu zaten. Nika marangozlukla uğraşıyordu. İki gün önce masasını yaptığı müşterisi borcu olan buğdayı ertesi gün getireceğini söylemişti. Fakat ne gelen olmuştu ne giden. Sözünde durmayan müşterisine öfkelendi, şu an doğum yapmakta olan karısını hamile bıraktığı için kendine öfkelendi ve siniri iki katına çıktı. Bir avuç buğday kazanabilmek için köle gibi çalışıyordu. Kendine ve karısına zor bakarken... Kahretsin! Bu çocuk bir hataydı. Hemde telafisi olmayan bir hata.
Yerden bir saman çöpü aldı ve dişlerinin arasında gevelemeye başladı. Gözlerini karşıdaki tepeye dikti, karanlıkta tıpkı bir yıldız gibi parlayan güzelliğini ve ihtişamını anlatmaya kelimelerin yetersiz kaldığı MASUMİYET SARAYI' na.
Acaba onun çocuğu için de bir dilek tutar mıydı Yüce Kob? "Bu çocuk açlıktan ölmesin, ben diledim sen ol." deme zahmetinde bulunur muydu? "Hiç zannetmem." diye mırıldandı ve bu düşüncesine kendisi bile güldü.
Yüce Kob'un varlığından bile emin değildi. Yüce Kob'u ona ilk babası anlatmıştı babasına da büyük babası. Yani onu gören tek bir kişiyi bile tanımıyordu. Hiç görmediği birine inanmak saçmalıktan başka birşey değildi Nika için. Belki de öyle biri hiç varolmamıştı. Saraydakilerin rahatları bozulmasın diye uydurdukları bir efsane olamaz mıydı? Olabilirdi. Gerçekten Yüce Kob diye biri varsa ve hâlâ yaşıyorsa; sarayından hiç çıkmayan aksi, huysuz ihtiyarın tekidir kesin diye düşündü Nika birazdan başına geleceklerden habersiz.
Bir bebek ağlamasıyla yerinden fırladı. Nihayet çocuğu doğmuştu. Heyecanla içeri girmek için bir adım attı. O daha kapıyı açmaya yeltenecekti ki içerideki kadınların korku ve endişeyle evden kaçmaya çalıştıklarını gördü. Nika durakladı heyecanının yerini korku almıştı. Yoksa! Yoksa karısına birşey mi olmuştu? Ölmüş olabilir miydi? Bir hışımla eve daldı gözleri karısı Ema'yı aradı. Şükürler olsun! Yaşıyordu. Yatakta uzanmış endişe dolu gözlerle Nika'ya bakıyordu. Bebeğini yeni kucağına almış bir annenin bakışları böyle olmamalıydı. Bir terslik vardı. Nika yaşadığı duygu karmaşasından sarhoş gibi olmuştu, odaklanamıyordu. Gözlerini sıkı sıkı yumdu ve odaklanmaya çalıştı. Ebe kadının bağırmalarını işitiyordu.
"Öldürün! Uçurumdan atın yada yakın. Hemen şimdi! Mens'e daha fazla uğursuzluk getirmeden öldürün şu yaratığı."
Ebe kadın çıldırmış gibiydi. Nika'ya çarparak evden koşar adımlarla çıktı. Düşüncelerini bir türlü toparlayamayan Nika onlarca soru arasında kaybolmuştu. Ne diyordu bu kadın? Ne yaratığından bahsediyordu? Çocuğu neredeydi? Ve neden Ema kanlar içinde kalmış beyaz tüy dolu bir çarşafa sarılıyordu.
Bu sırada gürültüyü duyan üç nöbetçi tendal eve girdiler ve Nika' nın tam arkasında durdular. Nika arkasında kimlerin olduğunu görmek için kafasını çevirmek istedi ancak gözleri şaşkınlıkla Ema'nın kucağındaki çarşafa kitlendi. Nika hayal mi görüyordu yoksa çarşafın içindeki tüyler hareket mi ediyordu? Gördüğü şeyin gerçek olduğundan emin olmak için dikkat kesildi. Tüyler yavaş yavaş açılıyordu. Buda neydi böyle? Bu olamaz? Bu bebeğin kanatları vardı, ışık gibi parlayan bembeyaz kanatlar. Ema tebessümle karışık bir ifadeyle; "Oğlun Nika. Oğlumuz." dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MASUMİYET
FantasíaMasumiyet serisinin ilk kitabı olan -İlk Kan İlk Yalan; Neron adlı büyülü bir gezegende yaşayan fantastik kahramanların başına gelen sıradışı olayları konu almaktadır. Keyifli okumalar diliyorum :)