Tanrıçanın Uyanışı

41 1 0
                                    


Türlü mahlukun dolaştığı köhne sokaklar, şehrin uzak bir ucunda kaldığından beri ilk kez, sis gibi çöken dehşeti kucaklıyordu. Tüm sokakların çıktığı meydanda bulunan o uğursuz eski sarayda, asırlar öncesinden kalma bir adam,  elleri ve ayakları bağlanmış bir bakireyi kucağında taşıyordu. Hilal ay, uçları toprağa bakarken, kızarmaya başlamıştı.

Ebed, derin bir uykuya dalmış bakireyi, Ulu Heykel'in önündeki sunağa bıraktı. Sunağa sırtını dönmeden arkasına üç adım attı. Boynundaki kolyeyi çıkarıp ellerini birleşitirip avuçlarına aldı. Ardından Ulu Heykel'in mağrur yüzüne baktı.

Ulu Heykel, iki metre boyunda, mermerden yapılmış ve altınla süslenmiş bir kadın heykeliydi. Heykelin kare şeklinde yüzü, çıkık elmacık kemikleri, yumuşak çizgili ve küçük bir burnu vardı. Kahküllü saçları, göğüslerine kadar iniyordu. Göğsünde, altın süslemeler ile bir gerdanlık betimlenmişti. Gerdanlık, heykelin çıplak vücudunda tıpkı ayak bileklerindeki halhallar gibi parlıyordu. Vücudu ve yüzü epey güzel olan bir heykeldi bu. Ve dehşetin efendisinin en sadık hizmetkarına yakışmayacak kadar alçakgönüllüydü.

Ebed, ritüele başlamak için derin bir nefes aldı. Avucundaki hilal kolyeyi sıktı. Tanrıçasını görmeyeli uzun zaman olmuştu. Eskiye dönme vaktiydi. Kadim olduğu kadar kudretli olan eskiye... Boğazını temizledi. Çağıran Şarkıyı gözlerini kapatarak içinden bir kez okudu. Gözlerini açtı. Tanrıçasının gözlerine baktı. Omuzlarını yükseltti. Başını dikleştirdi. Ve şarkıyı söylemeye başladı:

''Yedi diyarı ve yedi denizi

Kızıl dehşetiyle azdıran

O'dur bizim bedenlerimizi

Kanın bekaretiyle kutsayan  

Yedi diyarı ve Yedi Denizi

Uğurlu gece yarısında bağlayan

O bizim sadece bedenlerimizi

İlkgençlik ateşiyle tutuşturan.

O ki, ruhunda fırtınalar var

Ve Ulu Vlad kadar haşindir

Hiddeti eski dağlar kadar

Hiddeti, ruhu gibi kadimdir

İlk Bakire, İlk Yücelen

Şimdi uğultularda ıslanır meskenin

Ey Kan Tanrıçası, kulak ver

Hükmetmen için geri çağırıyorum seni''

Sarayın büyük salonu, yanan onca meşaleye ve muma rağmen gümüşi bir renge büründü. Altın işlemelerinin parlamaları azalmaya başladı. Ebed, üç küçük ve ihtiyatlı adımda uyuyan bakirenin yanına ilerledi. Gözleri, bir adağınki gibi bağlanmış bakirenin uyandığını gördü. Salona usulca çöken soğuğu hissediyordu. Bakireyse uykusunu yavaş yavaş açıyordu. Kıpırdanmaya başlamıştı. Ebed, bakirenin diken diken olmuş tüylerini gördü.

Kemerinden, orağa benzeyen siyah hançerini çekti. Kurbanı yatıştırmak için eski bir ninniye başladı. Fakat bakire daha çok ürktü. Sorular sordu. Ellerini ve ayaklarını hareket ettirmeye çalıştı fakat bağlı olduğundan kıpırdayamadı. Debelenirken az kalsın sunaktan düşüyordu ki Ebed onu yakaladı. Sakin ol diye kulağına fısıldayınca kız bir anda durgunlaştı.

''Tekrar uyumak istiyorum Ebed.''

''Uyuyacaksın çocuğum. Hem de bu en güzel uykun olacak. Ama önce sakinleş.''

''Çok güzel bir rüya görüyordum.''

''Aynı rüyayı görmeye devam edeceksin küçüğüm.''

''Korkuyorum Ebed. Ya rüya yerine kabus gör...''

''Şşş. Burada, Ulu Hatunun Sarayındasın. Karabasan Avcılarının mührüyle korunur burası. Zamanında padişahlar bile güzel rüyalar görmek için gelirlermiş buraya.''

Ebed, o kadar sakin bir ses tonuyla konuşuyordu ki, öfkeden gözü dönen birini bile birkaç  kelimeyle sakinleştirebilirdi. Bakireyi, salonun havası gibi gümüşi olan sesinin tınısıyla edenvâri bir rüyalar alemine geri gönderdi. Ardından bıçağını kızın boynuna dayadı. Gecenin içinden geçen, yıldızlarla bezeli gökyüzünü sessizce ikiye yaran bir kesik... Bakirenin tüm kanı damarlarını terk etmek için açılan hançer çiziğine akın etti. Koyu renk kan sunağa oyulmuş kanallara aktı. Kanallar ise bakire olanın kutsal kanını Ulu Heykel'e taşıdılar. Bakire tüm kıpırtısızlığıyla karşıladı mağrur ölümü. Olgun biri gibi buluşmuş olacak ki, güzel bir görüntü bıraktı gerisinde. Ebed, Ölümün Zarafeti diye düşündü. Ve sunakta yatan kıza bakarken düşüncesi tüm salonda yankılandı. Daha tiz, daha heyecanlı ve daha kanlı bir sesle.

Ebed başını sunaktan Ulu Heykel'e kaldırdı. Ulu Heykel'in durduğu kaidenin üzerinde, ete kemiğe bürünen Kan Tanrıçasının kendine baktığını gördü.Tanrıçasını görmeyeli uzun zaman olmuştu. Omzunda taşıdığı kırmızı örtüyü tanrıçasına sunmak için eğildi.

''Geri dönmeniz ne hoş. Çok uzun zamandır mahrumum sesinizden. Ve siz yokken çok değişti dünya. Ama meraklanmayın, size her zaman olduğum gibi tekrar yardımcı olacağım.''

''Meraklanmıyorum Ebed. Sadakatin, dünyada eşine az rastlanan şeylerden.''

Kan Tanrıçası, Ebed'in kendisine sunduğu örtüyü alıp vücudunu örttü. Gümüşi hava salondan kalkmış, kanlı canlı renkleriyle yanan ateşler salona kızıl bir hava katmaya başlamıştı. Tanrıça, önünde eğilmiş Ebed'in omzuna dokunup yanından geçti. Sunağın önündeki basamaklardan indi. Tepesindeki kubbeye baktı. Yüksek ve geniş bir çatı. Ebed, asırlardır görmediği salonunu incelerken ayağa kalkıp Tanrıçasına döndü. Ellerini önünde birleştirip başını önüne eğdi. Şimdi o soruyu sormasını bekliyordu Ulu Hatun'un.

Ve Kan Tanrıçası, kanın akışına benzeyen ince sesiyle o soruyu sordu.

''Ebed, kızım İlyit nerede?''

Kan TanrıçasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin