Bir kartanesi gibi yavaşca gökyüzünden düşüyordum. Sanki hiç oraya ait değilmiş gibi. Ama bütün kar taneleri beyazdı. Ben ise siyah. Hemde siyahın en koyu tonu. Neden mi siyahtım? Bende bilemiyordum.
Birkaç yıl önceEşim bizi terk esip gitmişti. Kış, soğuk demeden vicdanı sızlamadan bir kadını ve küçük bir çocuğu kapı dışarı etmek. Ne kadar da adice! Kendisi gidebilirdi. Ama bizi evden attı. Tüm bu olanların suçlusu da oydu. Evden kapı dışarı etmesinin nedeni de oydu. İnsanların ne hâle geldiğini görmek içimde kıvılcımların çıkmasına sebep oluyordu. Ama umursayan kimdi ki?
Oğlum ve ben annemlere sığınmıştık.
Yer yatağı yapıyordum. Oğlumun üstüne örttüğüm yorgan bedenimi açık bırakıyordu. Ama kime ne! Ben halimden memnundum. Üşüyor olabilirdim ama oğlum üşümüyordu. Kendimi bu düşüncelerle ısıtıyordum artık. Birkaç gün sonra eşyalarımı toplamak için geri gitmeye karar verdim. Derin bir nefes alıp anahtarla kapıyı açtım. İş saati olduğu için evde olmayacağını tahmin etmiştim. Tahminimde yanılmamış olduğum için yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Hemen çocuk odasından kıyafetlerin, lazım olan eşyaların yerlerini bulup bavula doldurdum. Kendi eşyalarımı da koyup annemlere gittim. Anahtarı da lazım olur diyerek yanıma aldım. Annemlerin kilerine bavulları koydum.
Kendi hayatı oldukça güzel gidiyordu belki. Ben ağlarken o gülüyordu. Ben üşürken o sıcaktan terliyordu. Tüm bunları düşünmek ona olan nefretimi arttırıyordu. Nefretimi örten tek şey de yine oğlum oluyordu. Sabahları o kadar çok kar yağıyordu ki. Evden dışarı adım atmak mümkün değildi. Soba doldurmak ne kadarda zordu. Çoğunuz bilmiyordur bile. Kovayı alırsınız bodruma inersiniz ve kömürü kova doluncaya kadar doldurursunuz. Ama o kadar ağır bir kovayı nasıl taşır bir kadın?
Taşıyamaz ki. Ama ben hep taşıdım. Ailem için diyerek her şeyi yaptım. Aileme baktım. Onca kara kışa rağmen alışverişleri ayaklarımda terliklerle yaptım. Buz tuttuğunu sandığım bedenim gittikçe uyuşuyordu. Parmaklarım kırmızının açığı bir renkle kaplanıyordu. Ama mecbur olduğunuz bir işi yapmamak mümkün mü? Elbette değildi. Ben yapmazsam işleri yapıcak kimse yoktu.Bir gün ben annem ve babama yemek yapıyordum.Onlarda televizyon seyrediyordu. Kapının çalma sesini duydum. Ellerimi yıkayıp önlüğüme sildim. Mutfaktan çıktım. Kolidora doğru yürüdüm.
Kapı cam olduğundan gelenlerin kim olduğunu görebilirdim. Tahta kapıyı açtım ve birkaç basamaklı merdiveni indikten sonra demir çubukları camın etrafına döşenmiş kapıyı aralamıştım. Gelenler polislerdi. Ve yanlarında bizi evden atan adam, Celal vardı. Beni gördüğünde yüzünü bir gülümseme kapladı. Ama bu gülümseme içten ve sıcak değildi. Arkasında bir şeyler olduğuna emindim. Ben kapıdan bir adım dışarıya çıkmıştım. Arkamdan annem ve babamın ayak seslerini duydum ama bakmadım.
"Buyrun Memur Bey."
"Başak Peksoy burada mı?" hemen öne atıldım.
"Benim ne oldu?"
"Hakkınızda şikayet var." dedi. Annem ise
"Bizim kimseyle işimiz olmaz. Kim şikayet etmiş?" Celal yüz ifadesini koruyarak
"Ben şikayetciyim. Memur Bey biz boşanma kararı almıştık ve kendisi anne ve babasıyla kalıcağını söyledi. Çocuğumu ve annemden yadigâr yüzüğü alıp kaçtı." Bu da neydi şimdi? Yalanlarını söylerken nefes bile almamıştı. Onu ilk defa bu kadar hızlı konuşurken görüyordum. Polislerden diğeri devam etti.
"Hemen karakola gelmeniz gerek."
Başımla onları onayladım. Ve eve gidip üstüme ince bir ceket aldım.
****
Gerisi zaten malum. Beni buraya kapattılar. Avukat tutamamış ve kendimi savunamamıştım. Kar tanesi gökyüzünden böyle düştü. Hem artık siyah bir kar tanesiydi. Kimseyi siyah yapmak istemiyordu. Bu yüzden iki yıldır kendi içimde yaşıyordu.
İnsanları siyahlaştırmanın bana bir faydası olmayacaktı. Bu yüzden beni ilgilendiren yalnızca yine bendim. Kimse ziyaretime gelmemişti. Artık tanıdığım insanların bile adlarını unutmak üzereydim. Yalnızca 2 hafta kalmıştı. Bu zulümden kurtulmam için 2 haftalık bir işkenceye mağruz kalıcaktım. Dayanabilirdim onca zamandan sonra insanlardan korkmamaya başlamıştım. Artık tek korktuğum şey Allah diyordum. Çocuğumu düşünüyordum. Ben hapishaneye girmeden önce okul planları yapıyorduk. Kim bilir belki okula bile başlayamadı? Maddi durumdan çok onun ihtiyaçlarını karşılamak istemediler belki. Belki onlara yük gibi geldi ve çocuk yurduna verdiler. Oğlumu annesi yokmuş gibi büyüttüler. Her gün oğlumu görmek ümidiyle yaşıyordum. Zaman yavaşlamıştı. Artık kar tanesi yere çakıldı ve kimseyi umursamaz oldu. Yalnızca çakıldığı yerden çıkmayı düşündü. Ve yalnızca bir şeyi düşünmedi. Oradan çıktığımda ne yapıcaktı?
Annemlere yük olmak bana ağır geliyordu.Geceleri uyumak yerine yalnızca düşünüyorum. Parmaklıkların arkasında kalıcağım daha çok zaman var. Haftada iki gün hapishanenin bahçesine çıkıyoruz. Hava almak zorunlu olduğu için çıkıyorum. Diğer günlerde ise hücreme çekiliyorum. Burada düşünecek o kadar çok şey var ki. Gece olunca da hücrenin küçük parmaklıkları olan penceresinden Dolunay'ı seyrediyorum.
Ona bakınca zaman daha da hızlanıyor. Gökyüzündeki bulutlar kapatıyor önünü. Saatler sonra onu gördüğümde yine ışığı içime doluyor. Bazen yalnızca gülümsüyorum. Onunla arkadaşlığımız hiç bitmeyecekti. Yıllarca kafasını kaldırıp gökyüzüne bile bakmamış ben artık Dolunay olmadan yalnız kalıcağımı düşünüyorum. Yalnızca iki yıl sonra olan bu büyük değişimim beni hayret içinde bırakıyordu. Bir Dolunay'a bütün anılarımı anlatmak. Bazen ağlamak, bazen gülmek, bazen dertleşmek istiyordum. Sırtımı soğuk demir parmaklıklara yaslayıp ona annemi, babamı bile anlatmıştım. Bazen de onun bana anlatmasını bekliyordum. Ama okadar iyi bir arkadaştı ki yalnızca dinliyordu. Yorum yapıp aklımı bulandırmıyordu. Yalnızca bana bakıyordu. Ben ise durmadan konuşuyordum. Beni görenler şaşırıp konuştuğum yere bakıyordu. Ama ben artık kimsenin görüşlerini önemsemiyordum. Her şey beni ilgilendiriyordu. Onların yorumlarını neden önemsiyim ki? Bunun yalnızca bana zararı olur. Kimse etkilenmez, yalnızca ben etkilenirim. Kendimi dışarıda kurmak istediğim yeni hayata odaklıyordum. Hayallerimin asla bitmeyeceğine dair kendimi inandırıyordum. Yalnızca 14 gün sonra özgürlüğe kavuşmak. 14 gün sonra intikam almak. Nefretim biraz daha sabret ne olur.
Öğrendiklerim hayatın daha berbat yüzünü görmeme neden oldu. Bazen düşünüyorum belki burada kafa dinlemem gerekliydi. Hayatımın 2 yılı kafa dinlemiştim ve artık hayata yetişmeliydim. Hayatı kaçırırsam arkasından bakmakla yetinirim. İki yıldır yalnızca 2 kazak ve bir tane pantolon ile duruyorum.
Üşüyorum. Bacaklarımı kendime doğru çekip ellerimi etrafına doladım. Yaslandığım parmaklıkların soğukluğunu iliklerime kadar hissediyordum. Ama artık o parmaklıklarda ısınmış. Bedenimin ısınmasına yardım ediyorlardı. Son bir kez daha Dolunay'a baktım."Teşekkürler Dolunay. Yarın gece de gelirsin. Umarım." Sesim kısık ve güçsüz çıkıyordu. İstemeden güçsüzleşmiştim belki de.
Göz kapaklarımın kapanmasına izin verdim. Parmaklıkların belimi acıtmasına, mermerin soğukluğunun beni üşütmesine ve karnımın açlığına da izin verdim.Tak Tak Tak
Tak Tak Tak
İşte yine başlıyoruz.
O geliyor. Gardiyan. Ama bilinen gardiyanların daha da beteri. Bize eziyet eden bir gardiyan, bizi döven, kolumdaki tırnak izlerinin sebebi, gözümdeki morluğun sebebi geliyor. Genelde geceleri gelmez. Bazen de canının sıkıldığına dair bir şeyler mırıldanarak ya da küfürler sayarak gelir ve hücremin yanındaki sandalye de sabaha kadar söylenir. Kolidorda botunun o kalın sesi yankılanıyor.Tak Tak Tak
Gittikce yükselen bu sesler beni rahatsız ediyor. Peki umursamalı mıyım? Bilmiyorum. Oturduğum yerden yavaşça parmaklıklardan destek alarak kalktım. Uyuşan sağ bacağımıda arkamda sürükleyerek tahta ve rahatsız edici oturmak için yapılmış yere oturdum. O geldiğinde en iyisi ondan uzak durmaktı. Bu onun hakkında bildiklerimden sadece biriydi. Diğerlerini de mırıldanmalarından çıkarıyordum.
Tak Tak Tak
Parmaklıklara sürtünen anahtar sesinin eşliğinde...Oturduğum yerde bağdaş kurdum. Onu bekliyordum. Ve bu gecede uyuyamayacaktım.
Botunun kalın sesi kesildiği an sandalyeyi çekti ve oturdu. Bana doğru yan döndü ve elindeki anahtarları parmaklarında çevirmeye başladı. Yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirerek:
"İster misin?" Elinde ki anahtarları işaret etti. Yine benimle alay ediyordu.
Ben bir suçlu değilim. Ama bunu ben ve Dolunay dışında kimseye söylemiyorum. Söyleyemiyorum aslında inanmadıklarını biliyorum. Ve zorlamıyorum. Artık 14 gün var ve kendimi motive edebileceğim tek cümle bu. Onun gibi alaycı bir gülümsemeyle:
"Gidiyorum zaten sana mı kaldım?"
Haklıydım. Onu her ne kadar terslesem de alıştım bir kere. İsterse beni öldürsün. İsterse dövsün. Umrumda değil. Bir hücreye de o girer. Benim için de iyi olur.
Yüzü bozulmuş bir şekilde bir kaç saniye bakıştık. Sonra yine konuşmaya devam etti:
"Dolunay'cığına kavuşuyorsun diye mi benden kurtuluyorsun diye mi seviniyorsun?"
Cevabımı bilmesine rağmen böyle saçmalıyordu. Anlayamıyorum. Onu ve onun gibileri...
"Onun adını ağzına almaman gerektiğini söylemiştim galiba anlamamışsın."
Dolunay demesi bile değişikti. Ağzına almasını istemiyordum. O ise bana gıcıklığına diyordu. Üstelik takma adını bile bulmuştum. Gardiyan bozuntusu işte ne olucak! Her şeyle alay eden gardiyan bozuntusunun ta kendisi. Hak ediyordu tüm söylediklerimi. Fazlasını bile söyleyebilirdim. Ama onun için beynimi yoramazdım.
Bağırarak:
"Anlayıp anlamayacağımı sana mı sorucam!"
"..."
Konuşmak istemiyordum. 2 hafta sonra özgür olucaktım. Belki de susmalıyım. Yalnızca düşüncelerim konuşmalı.
"Senin gibileri çok gördüm. Ama sonra başlarına gelenleri de gördüm. Pişman olucaksın. Bir gün tüm yaptıklarından pişman olucaksın."
"..."
Ben daha fazla konuşmayınca sandalyeyi yan hücreye döndürdü. Duvardan dolayı bir şey göremesemde merak etmemiştim. Şimdi de bir başkasını azarlıyordu.
Azarlanansa benim gibi susuyordu.
Bugün de onu başımdan atmıştım. Artık rahatca uyuyabilirdim. Oturduğum yere yattım.Yıldızın içini doldurmanız dileğimle...
Yorum bekliyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dolunay'ı Öldürmek
Science-Fiction"Kaybettim tamam mı! Anla işte artık savaşmak istemiyorum. Kendime uydurduğum o aptal dünyada yok oldum ben. Artık herkes, herşey saçma geliyor. Ben o kitaplardaki güzel prensesler gibi değilim. Benim sihirli bir değneğim yada kraliyetim yok. Bir ev...