Bazen, yaptığınız şeyler ardından gelen pişmanlık hissi vardır ya, işe girdiğim andan itibaren o his içimde gittikçe büyüyor işte.
Bunu binlerce kez demiş olabilirim, bilmiyorum, ancak bu şartlar altında işi istemeyen olacağını hiç sanmıyorum zaten. Yemesi, içmesi, yatması gayet güzel oluyor, ciddiyim. Bu konularda o kadar memnunum ki, hiç ayrılmak istemiyorum. Fakat iş çocuğa gelince, cidden kaçmak istiyorsunuz.Küçük bir çocuk, elbette yaramaz olacak. Sizi uğraştıracak, yoracak, üzecek. Ancak sizce de, bu çocuk biraz daha farklı değil mi?
Aklı, beni attırmaya odaklı, bir gram bile sevmeye tenezzül etmeyen küçük bir şeytan. Ve böylesiyle ilk defa karşılaşıyorum. Sanki beş yaşında değil de, benim yaşımdaymış gibi düşünüyor. Onun bakıcılara karşı bu ön yargısının oluştuğunu merak etmiyor değilim, ancak bir düşününce de sadece babasıyla vakit geçirmek istediği için yaptığı çıkıyor ortaya.
Sizce de, tek sebep bu mu?
Düşünmekten beynim sulandığı için yumuşak yatağıma attım kendimi. Bu kadarlık yeterdi. İlk günüm öldürücü derecede yorucu geçtiği için de, göz kapaklarım göz bebeklerimi örter örtmez uykuya bırakmıştım kendimi. Ve o güzel yatak sayesinde, bebekler gibi uyumuştum.
Bir de insanlar pencereden sızan güneş ışığının gözüne çarparak, hoş bir şekilde uyandığını anlatırlar ya, öyle de olmadı.
Yüzüme çarpan nefes alışverişi, bir bebek kokusu ve göğsümün üstündeki ağırlıkla açtım gözlerimi. Açar açmaz da dibimde bitmiş olan Jisoo'yu görmem, günümü pek aydınlatmamıştı.
Korktuğum için ayaklanmayı denerken kafamı duvara çarpmam, küçüğü karnını tuta tuta güldürmüştü. Minik ve tombul işaret parmağını beni göstererek gülüyor, çekik gözleri tamamen çizgi haline dönüyordu. İçindeki fenalığı bilmesem bunu sevimli bulabilirdim, ancak diyorum ya, dışındaki tatlılık içinde yoktu.
Ya da bu yaptığı, sadece bana özeldi.
"Şapşalsın!"
Gülmeyi kestiğinde, gözünden gelen yaşları yine tombul parmağıyla sildi ve derin bir nefes aldı. Gözlerimi kısıp başımın arkasını ovarken dudaklarımı büzdüm.
"Senin yüzünden oldu."
Kollarını önünde bağlarken konuştu. "Hayır, sen kendin çarptın!"
"Neyse, sen ne yapıyorsun burada? Üstüme öylece yatmışsın bir de!"
Sesimi öfkeli çıkarmaya çalıştım fakat pek işe yaramamış olmalı ki, dudağının kenarı hafifçe yukarı kalkmıştı. Sen daha miniciksin be, kendine gel!
"Öğlen oldu, hâlâ uyuyorsun. Bir de benimle olmak için geldiğini söylemiştin."
Bu sefer dudaklarını büzen oydu. Ancak şaşırtıcıydı kurduğu cümle. Yanında olmamam onun için daha iyi değil miydi, sonuçta beni istemeyen oydu.
"Öğlen mi oldu gerçekten?"
Doğrularak yastığımın altından dandik telefonumu bulup saate bakmam, aynı anda küfür etmem bir olmuştu. Evet, küfür ettim. Jisoo'nun yanında. Harikayım, değil mi?
"Ayıp bir şey söyledin, değil mi?"
Dandik telefonum, anın telaşıyla elimden fırlayıp duvara çarptı, ve oradan sekip parkenin üzerine düştüğünde derince yutkundum. Canımdan can gitmişti sanırım. Ne kadar dandik de olsa, telefonumdu işte. Kimin telefonu böyle kuş gibi uçsa içi yanmaz ki?
Ettiğim küfrü, ya da açıklama yapmaya kalkıştığım Jisoo'yu unutup telefonumun yanına çöktüm.
"Lütfen, lütfen kırılmamış ol. Lütfen, lütfen..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Babysitter
FanfictionHayatını bomboş geçiren yirmi dokuz yaşındaki adam ile, oğluna bakıcı arayan kırık kalpli otuz iki yaşındaki adamın buluşacağı hikaye. Trajikomik olabilir. Dikkat edin, kalp kırıkları ayağınıza batabilir, ama acıya rağmen gülmeyi de unutmayın, ayıp...