Rüya

884 40 7
                                    

Nefesim boğazımda tıkanıp gözyaşlarıma karışarak birden yattığım yerden fırladım ve kendimi yeni bir rüyada buldum. Geniş bir yataktaydım ve bu yatak evdeki gibi yer yatağı değildi. Dört köşesinden yükselen oymalı tahta direkler tepemde kare oluşturuyor ve üstünden hafif kumaşlar sarkıyordu. Üzerinde yattığım yatakta kırmızı ipek örtüler vardı ve tenimde yarattığı his mükemmeldi. Camdan altın rengi gün ışığı süzülüyordu ve odadaki tatlı serinliğe karışan lavanta kokusu son derece rahatlatıcıydı. Gerçek olamayacak kadar güzeldi ve kendimi oturur pozisyondan tekrar yatay konuma getirmemek için direniyordum zira bu rüyadan uyanmam gerekiyordu, ne zaman böyle güzel bir rüya görsem ardından uyandığımda kendi rüyamı kıskanır oluyordum ama hiç bu kadar gerçekçi bir rüya görmemiştim ve uyanmak hiç istemiyordum.

Ayağa kalktım ve yine oymalı bir çerçeveyle çevrelenmiş boy aynasının önüne doğru seğirttim. Üzerimde, tenimden su gibi kayan beyaz ipek bir gecelik vardı. Tülden kollarında, dirseğimden biraz yukarıda bollaşıyordu, o noktadaki altın rengi işlemeler, ipek ve tülden yapılma kolların birleşmesindeki dikişin ustalığı gözüme takıldı. Aynı ustalık ve işleme göğsümün hemen altındaki belime oturan kısımda da görülüyordu. Çıplak ayaklarım ipek geceliğin ucundan hafifçe görünüyordu. Saçlarım aynı elbisenin dokusunda ama altın rengi tonlarında omuzlarıma dökülüyordu. Kabustaki kadın ile çok benzemesiyle beraber bu lükse alışmamış benim için çok uzaktı. Uyanmak istemiyordum ve tadını çıkarmak ister gibi kapıya yöneldim. Ayağımın altındaki döşeme gıcırdadı. Odanın yapısı gösterişli olmasının yanı sıra sadeydi de. Az sayıdaki mobilyalarla zengin bir görüntü yakalamayı başarmıştı zihnim.

Gülümsedim ve uyanmamak adına bunun bir rüya olduğunu düşünmeyi keserek elimi kapı koluna koyarak ahşap, büyük kapıyı çektiğimde zırhlı bir muhafız ile göz göze geldim. Saniyesinde beni odaya geri ittirip bakışlarını benden kaçırdı ve “Prensin kesin emri var, odanızda kalın” dedi. Dokunuşu acıtmıştı ve o an anladım, rüyada değildim. Prensin konağında olmalıydım. Hemen iki adım geriye çekildim ve “Bırakın, gideyim” demeyi başardım. Adam hala bana bakmıyordu “Özellikle bu kılıkla dışarı çıkmanıza asla izin veremem ki zaten prensin kesin emri var” diye yanıtladı. Elbisenin yaka kısmı, göğüslerimi biraz ortaya çıkarmıştı. Kızararak kapattım göğüslerimi ve kapıyı adamın suratına kapattım. Hemen odadaki dolaba gittiğimde en son hatırladığımda üzerimde olan elbise en dipteki askıda asılıydı. Yani biri beni giydirmiş olmalıydı. Önce daha çok kızararak bunu prensin yaptığını düşünsem de prens, öylesine bir köylü kızı giydirme zahmetinde bulunmayacak kadar kibirli olmalıydı.

Kendi elbisemi dolaptan çıkardığım an kapıya tıklatıldı ve panikle arkama dönüp “Girin” diye incecik bir sesle mırıldandım. Kapı anında açıldı ve prens içeri nazikçe girdi. Hemen elimdeki elbiseyi göğüslerime bastırdım. Gülümseyerek “Bundan iyilerini de gördüm, utanma” dediğinde kaşlarımı çatıp daha çok bastırdım göğsüme ve arkasından giren yaşlı kadına bakmadan dimdik, meydan okur gibi durdum. Kadın beni inceliyordu ama çenemi, kıpkırmızı yanaklarıma rağmen indirmedim ve “Beni neden eve bırakmadınız majesteleri, neden buradayım?” diye sorduğumda kadın “Selam vermediniz bayan” diye uyardı beni. Ona bakarak son derece sert hareketlerle dizlerimi kırıp selam verdim ve cevap bekler gibi yüzüne bakmaya başladım prensin. Gözleri şeffaf denilecek bir maviydi, yüz hatlarında onu aşırı özel ya da yakışıklı yapan dokunuşlar yoktu. Üstündeki kıyafetler olmasa sıradan bir köylü olduğu yutturulabilirdi bile. Onun da bizler gibi bir insan olduğu yüzündeki hatlarda gizli olsa da kibirli ve oldukça şanslıydı. Bizlerin olsa olsa işleyecek bir tarlamız varken onun büyük ve güçlü bir ülkesi vardı. Bu gücün bilincindeydi, isterse şurada kellemi alır, hesap vermezdi kimseye. Cevap vermekte iyice gecikince “Ailemin burada olduğundan haberi var mı?” diye sordum ve bu kez “Anneniz evdeymiş, kendisine askerlerim haber verdiler. Sizi sık sık ziyarete geldiler ancak üç gündür uyuyan bir hastanın yanına girmesine doktor izin vermedi” dediğinde önce ‘anne’ sözcüğünden dolayı dolan gözlerimi çabuk hareketlerle silip “Üç gün mü?” dedim titreyen sesimle. Kabusumdaki annem aklıma geldiğinde elbise elimden düştü ve hemen eğilip aldım. Yaşlı kadın hemen bana destek olup beni yatağa oturttu. Prens endişeyle “Yanlış bir şey mi söyledim Audrey?” dedi. İsmimi bilmesi şaşırtıcı değildi ama kusursuz aksanından duymak, ailemin katilinin ağzına bu kadar yakıştığını hissetmek içimde bir şeyleri harekete geçirmişti; nefreti. “Anne ve babamı küçükken bir kaybettim majesteleri” diye yalan attım hemen. “Beni ziyaret edenler teyzemler olmalı” Kadın beni inatla yatmam için bastırdığında omzumu elinden nazikçe kurtarıp “İzninizle, onların yanına dönmek istiyorum majesteleri” diyerek zor sağladığım dengeme rağmen düşmeden selam verip yerden elbisemi alarak “İzninizle” diye tekrar ettim. Yerinden oynamadı. “Seni bu halde salmayacağım” diyerek yaşlı kadını baş hareketleriyle odadan kovdu. İkimiz kaldığımızda bir adım geriledim ve “Aileni nasıl kaybettin?” dediğinde beni tanıdığını sandığımdan kekeleyerek “Bilemiyorum, ben çok küçüktüm babamı bir hastalıktan kaybettikten sonra annem beni teyzemlere emanet etmiş ve bir süre sonra kederinden ölmüş. Bu konuyu açmayız, teyzem biraz duygusaldır” dediğimde “Seni ilk gördüğümdeki elbisen kaliteli kumaştan yapılmıştı. O annenden kalmış bir elbise miydi?” dediğinde “Evet majesteleri, babama borçlu olan bir tüccar anneme hediye etmiş” diye yeni bir yalan uydurdum. Bu alandaki başarıma hayret ederek devam ettim “Neden bunları konuşuyoruz, gerçekten iyiyim efendim, bırakın, evime gideyim” dediğimde bana iyice yaklaşıp elimdeki elbiseyi yatağa serdi ve “Bunu giymek zorunda değilsin” diyerek dolaptan en sade elbiselerden birini seçerek bana uzattı. Şarap rengi elbise de şaşırtıcı biçimde bedenime uygundu. İpek kadar kaliteli olmayan mat ama pahalı bir kumaştan dikilmeydi. “Tüm kasaba burada olduğunu biliyor, tedavi olduğunu da, elbisenin değişmesi kimsenin gözüne batmayacaktır ancak çıkacak dedikodular seni etkilemese de beni rahatsız edecek gibi” dediğinde başımı eğdim. Herkes prensin bana dokunmadığını bilecekti ama muhtemelen prens, annesinden tıpkı bir kedi yavrusu gibi korkuyordu. Onun kulağına köylü bir kızla düşüp kalktığı gitmemeliydi. Özellikle tahta geçecek yaştaysa prens, itibarı önemliydi… Sonra gözlerime uzun uzun baktı ama bakışlarımı kaçırmayacak kadar cesur hissediyordum kendimi. Elinin tersiyle hızla yanağımı okşadıktan sonra beni orada yalnız bırakmak üzere çekip gitti. Yaşlı kadın gelip giyinmeme yardım etti ve saçlarımı güzelce ensemde topladı. Sade ve şıktım. Köydeki zengin bir ailenin kızı gibi bir görüntüm vardı. Çok zengin değil, ama sınırın üzerinde bir lükse sahip gibi… Elbisenin içinde dimdik durdum ama o sırada vazgeçip eteklerimi toplamaya kalkınca elime vuran buruşuk ele bakakaldım. “Bir leydi eteklerini toplamada yürümeyi bilir” dediğinde gülümseyerek “Ben bir leydi değilim bayan” diye yanıtladığımda gülümseyerek “Biliyorum ama bir leydi olacak kadar güzelsiniz” Sonra bana kapıda bekleyen ailemin yanına varana kadar eşlik etti ve hafif nemli toprağa baktığımda “Çamura topuklarınız saplanabilir bayan” dedi fısıltısında gizli bir alayla “Ancak batarsa eteklerinizi toplayabilirsiniz, bir leydi eteğini berbat etmeden yürümeyi bilir, birazcık hile yaparak, eteklerini toparlayabilir” Sonra yüzüme baktı,sanki benim bir akrabam gibi tanıdık görünüyordu gözleri, sanki ömrümü bilir gibi bilge bir ifade vardı yüzünde. “Prens sizi unutmayacak” sonra kapının iki yanındaki yüksek pencereden bana bakan prensi görüp hafifçe selam verdiğimde “Bundan emin olabilirsiniz” diye ekleyerek gerisingeri içeri girdi, muhafızlar kapıyı kapattı.

Köy halkı camlardan, sokakta dizildikleri evlerin önünden bana bakıyorlardı. Hiçbirini önemsemeyerek teyzeme ve Eva’ya sarıldım, bana gülümseyerek, rahatlamayla bakan enişteme kocaman bir gülümseme yolladım ve prensin konakladığı yeri terk etmek üzere geniş bahçe kapısına doğru yürümeye başladık. Başım dikti ve topuklarım toprağa batmıyordu. Emin adımlarla yürüyordum ve eteğimi toplamamama rağmen tertemizdi.

Bir leydi değildim ama o korkak Audrey, nasıl olduysa o mezarlıkta kendini asmış, yepyeni bir biçime bürünmeye başlamıştı.

AudreyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin