1

2.8K 181 28
                                    

Her gün dünya için güneş doğar. Aşağı yukarı aynı saatlerde. Her zaman doğudan. Kimi ülkeler için iki üç saat fark eder. Kutuplarda 6 ay doğmaz, ama 6 ay sonra öyle bir doğar ki 6 ay batmaz. Her halükarda doğar güneş.

Canlılar için? Canlılar için her zaman doğmayabilir. Özellikle insanlar. Bazı insanlar hep tutulmaların gölgesindedirler. Güneşleri tutulmuştur ve her zaman üşürler. Onları ısıtmaya iyilik deniyor.

Ben de iyi bir insanım. Ve adım Namjoon. Bence ben çok iyi bir insanım. Biraz benimle ve buralarla ilgili bir şeyler anlatmama izin verin.

Belçika'dan nefret ederim ama oraya aşığımdır. Buna sebep olan şey, insanların çok sakin ve çok gürültülü hayatlara sahip olmalarıydı. İki tarafı da kader doğrultusunda denemiş ama ikisini de sevememiştim. Bana göre değillerdi, ya biri ya da öteki olmak dünyanın bir ucundan ötekine taşınmak ya da yerçekimini tersine çevirmek gibiydi.

Babamla yaşadığımız mütevazı hayat en güzel olanıydı. Ailede kimse kimseden nefret etmiyordu ve saygılı insanlardık. Ses tonları yükselmezdi. Koca evde hizmetçimiz Dora Teyze'yle birlikte üç kişiydik ve babamın "Namjoon, gel oğlum." diye beni çağırırken (biraz köpek çağırmaktan hallice, biliyorum; Kuçu Kuçu'yu çağırır gibi.) sesini yükseltmesine gerek olmuyordu.

Annemin çatı katında uzun zamandır kapalı duran odasına çıktığımda, ben de burada ölmeliyim diye düşünürdüm. O oda filmlerdeki gibi kilitli tutulmazdı, anahtarı kayıptı, ama anahtarı olsaydı bile kilitlemezdik. Babam ölen insanlardan geriye bir şeylerin kalacağına inanmazdı. Örneğin, yatağın üstündeki saten gömlek, bir gömlekti. 'Annem' değildi ve ona bir canlıymışçasına gözyaşları içinde sarılıp koklamanın bir mantığı yoktu. Annem ruhunu da alıp bize veda etmişti ve objelerle onu burada tutamazdık.

Ama bana sorarsanız, o gömleğe sarılmanın veya koklamanın hiçbir sakıncası yoktu. Evet, gömlek 'annem' değildi ama bir zamanlar onundu. Üzerinde ruh yoktu gömleğin, ama anıların orada olduğunu biliyordum.

Bazen o odada uyuyorum. Küçükken orada uyuduğumda babam beni alıp odama götürürdü ama şimdi, babamla aynı boydayız, hatta belki ben biraz daha uzunumdur. Beni oradan odama taşırsa, bütün kemikleri çatır çatır ezilir. Bir evlat olarak bunun sorumluluğunu üstlenmek çok acı olurdu, zaten babam da gel odana gidelim gibi bir çağrıda bulunmayı bırakalı yıllar oluyor.

Büyüdüğümü kabulleniyor. Annem olsaydı, bedenen büyüdüğümü bilirdi ama içimde hâlâ onun küçük bebeğini taşıdığıma inanmakta ısrar ederdi. Ben de o öyle istiyor diye ona diklenmezdim. Ya da, bilmiyorum. Annemle küçüklüğümü sanki daha sonra onun yanımdan ayrılacağını biliyormuş gibi dolu dolu yaşamıştım.

O görevlerini ve dünyayı babama ve bana bıraktıktan iki yıl sonra, ben on dokuz yaşındayken başıma gelmiş bir şeyler vardı. On ay sürmüştü, babamın hâlâ haberi yok. Güzel bir şeydi. Birini tanıdım.

Bakış açılarımı değiştirmişti. Eğer var olmuş olmasaydı, belki de bugün annemin ölümünü böylesine kabul edemezdim.

Yan komşumuz vardı, adı Emily'ydi ama biz diğer çocuklar ona Em Teyze diyorduk. Em Teyze ne kadar pamuk kalpli bir kadıncağız olsa da, kocası Douglas ben küçükken benim için Gargamel gibiydi. Uçurtmalarımızı, toplarımızı kesiyordu, bilyelerimizi tekmeliyordu veya alıkoyuyordu. Ben de gidip bahçe duvarlarına işerdim. Diğer arkadaşlarım da yaparlardı ama en çok ben yapardım çünkü herkes beni cesaretlendirirdi. "Haydi Namjoon, o adamın çiçeklerinin sulamaya ihtiyacı var." "Ama sıra sendeydi, Max!" "Olsun. Sen buna daha layıksın!" Sonra herkes bağrışmaya başlardı ve kendi içimizde kurulmuş çocuksu çetemiz tarafından isyan başkanı ilan edilirdim.

Bir keresinde Douglas efendi babamı aradı ve çiçeklere işediğimi söyledi. Sonra babam bana göz kırparken kulağımı hafifçe okşamaya başladı. Ben de sanki kulağımı çekiyormuş gibi "Ah! Tamam, bir daha yapmayacağım efendim, özür dilerim, ah..." gibi şeyler söylemiştim. Sonra adam "Bir daha yap bakalım bu kez sadece babanı mı arayacağım." gibi tehditler savurup telefonu kapattı.

Akşam yatana kadar babamla bu konuyu heyecanla birbirimize anlatıp güldük. Bana fırsat buldukça bir daha yapmamı, beni koruyacağını söylemişti. Ben de her hafta gidip o güzelim mor mineleri sulamıştım. O zamanlar çocuktum ben.

Ama on dokuz yaşında, çocuk değildim.

Zaten o yüzden hâlâ canım acıyor ya.

Bean ¨ namgiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin