2

1.3K 164 17
                                    

Şöyle başladı;

O sabah annemin odasında uyandığımda, kalkıp her zamanki gibi pencerenin önüne gitmiş, başımı kollarımın üstüne koyup dışarıdaki sabah telaşını, süt dağıtan adamları, gazete dağıtanları, yürüyüşten dönen ve köpek gezdirenleri izliyordum. Hatta üç ev güneyde oturan Büyükanne Sal'in gür tüylü köpeğinin nasıl arka bacağını kaldırıp gözümün önünde bir ağacın altında işini görmesine katıla katıla güldüğümü asla unutamam. Gözüm Em Teyze'nin evinin çatı katının açık duran penceresinden içeri kaydığında, orada apayrı bir hallerin hüküm sürdüğünü gördüm. Benim gibi çekik gözlü bir çocuk, ya da genç demeliyim, yatakta oturuyor ve iki elinin arasında bir fasulye saksısı tutuyordu. Em Teyze ona odayı büyük bir hevesle gösteriyordu fakat genç sadece duvara bakıyordu. Acaba kör müydü? Veya sağır? Ama daha sonra Em Teyze'nin dediği bir şeye başıyla yanıt verdiğinde onun sağır olmadığını; ve birdenbire gözleri camdan dışarısına, bana odaklandığında da kör olmadığını anlamıştım. O zaman irkilmiştim. Elindeki fasulye saksısını sıkıca tutuyor olması, onu önemsediğini hissettirmişti bana. Direkt gözlerimin içine, boş ama mânâlı bir edayla bakmıştı.

Neden buradaydı?

Aşağı inip babama sorduğumda, onun Em Teyze'nin 'uzak akrabası' olduğunu öğrenmiştim. Bir süre, ne kadar olduğu belirsizdi, orada yaşayacaktı. O zaman bunların üzerinde düşünüp kafa yorabilecek kadar büyüktüm. Babamın mezarlığa gittiğimizde bana "Burada ölüme inanmayan insanlar yatıyor." dediğini anladığımda kendimi büyümüş kabul etmiştim.

Bu genç her kimse, bir sebepten dolayı çok suskundu. Onunla konuşmayı çok istiyordum. Geceleri ve gündüzleri odasını gözetliyor, yaptığı her şeye aklımda bir anlam vermeye çalışıyordum. Bir ara gülümsediğini gördüğümde, farklı bir şey yaptı diye heyecanlanmıştım. Fasulyesini sularken acıyla gülümsüyordu. Sonra o gülümseme bir roket hızında kayboldu. Yüzünde her zaman huzursuz ve durgun bir ifade vardı. Gözleri küçük ve derinlerdi, bu yüzden uzaktan bakınca neye nasıl baktığını pek anlamıyordum.

Bir gün odasında Douglas'ı gördüm. Epey yaşlanmış olan adam yanına oturdu ve onunla birlikte yere bakmaya başladı. Dakikalar sonra bir şeyler mırıldanmaya ve akabinde de ağlamaya başlamıştı. Douglas bize şeytandı ama bu gencin yanında hüngür hüngür ağlıyordu. Bu yüzden o gençte çok tuhaf bir şeylerin olduğunu, normal biri olmadığını düşünmeye başlamıştım.

Genç, Douglas ağlarken yere bakmaya devam etti.

Dora Teyze bana bir tabak erik getirdiğinde ona bu çocuğun otistik olup olmadığını sormuştum. Dora Teyze "O bahtsız bir çocuk, Namjoon. Sürekli ona bakıp onu daha fazla rahatsız etmek yerine belki de gidip konuşmayı denemelisin." dedi. "Ama eğer otistikse bana cevap veremez." "Gidip bunu kendin denersen, ona hiç değilse yabancı gibi hissettirmemiş olursun." Vicdanım ve mantığım bu fikri çok haklı buldu ve ertesi gün onu dışarı çıkardıklarında arkalarından yetişip Em Teyze'ye onunla yürüyebileceğimi söyledim.

Em Teyze bana şefkat ve mutlulukla bakmıştı. "Yirmi dakika kadar yürüyüp gelin, eğer ona seslenmen gerekirse, adı Yoongi." Kadın arkasına dönüp evinde süregelen işlerini halletmeye gittiğinde, sokağın ortasında dikilip sanki hava durumundan konuşmaya başlayacakmışız gibi kendimi hazırlamaya başladım. Ama o, buna hiç niyetli değildi. İki üç adım daha ilerledikten sonra dönüp bana bakmıştı, gelmiyor musun der gibi.

Onunla tam yirmi dakika yürüyecektim. Ne daha eksik, ne daha fazla. Ama on beş dakikadan sonra, asla geri dönmek istemediğimi fark ettim.

Bir denizci hikayesi vardır, biraz ürkünç. Bir gemidekilerin gördüğü, üzerinde gözler olan bir teknede üzgünce duran sarışın bir çocuk vardır. Gemidekiler, çocuğun yardıma ihtiyacı var sanırlar, o yüzden çocuğu tekneye alırlar. Çocuk hiç konuşmuyordur "Dilsiz galiba, ama biraz da sağır gibi." "Onunla ilgilenmeliyiz, fakat işlerimizi aksatırsak kaptan bizi bu sularda boğar." Sonra, bir adam takılıp düşer, kolunu kırar "Ah, kahretsin!" Çocuk birden gülmeye başlar. Öyle ki, çocuk güldükçe gemidekilerin de gülesi gelir ve sırf o gülsün diye kendilerini yerden yere atmaya, birbirlerini tabancalarla vurmaya başlarlar "Hahaha, al sana!" "Ah! Haha... Hahaha... ha..." Çocuk hepsine güler, kahkahalarla. Ve sonra gemi batarken, çocuğun tekrar üzgünce teknesine döndüğünü görür birisi. Herkes öldüğünde, çocuk gitmiştir.

İlk kez yanına gitme fırsatı bulduğum o anlarda, Yoongi'yi o çocuğa benzetmiştim.

Kimseye ve hiçbir yere bakmadan, ruh gibi yürüyordu, yanındaki kişinin ben olmam ya da Em Teyze olması umurunda değildi.

Ona "Sana ne oldu?" diye bir soru sormuştum, çünkü on dokuz yaşındaysanız, biriyle konuşurken aptalca davranmanız işten bile değildir. Bu soruya cevap vermeyecekti elbette, öyle sezmiştim. Sonra "Neden hiç konuşmuyorsun?" diye sormuştum. Beni duymamış gibiydi, oysaki güzelce ve sesimin yeteceği bir tonda sormuştum.

Bir an için kafasını çevirip bana baktı.

Sonra tekrar önüne, kaldırımlara baktı.

Küçükken kaldırımların arasındaki çizgilere basmamak için özel çaba sarf ederdim, bir tür oyun gibiydi. Basınca yanıyordum, ama sonsuz canım vardı. Yürüyüşten sıkılmamı engellerdi bu oyun, ama o bunu oynar gibi de değildi. Kaldırımdan çok, var olmayan bir noktada dikiliydi gözleri.

Sadece yürüdük.

Ve dönüşte ona bir sürü şey anlattım. Liseden bahsettim, otelci çocuğu olmaktan bahsettim, on dokuz yaşında olmaktan, Güney Koreli olmaktan (ki onun ismi de bizim oradandı, ikimiz de Güney Koreliydik.),Belçika'dan ve bir sürü şeyden bahsettim.

Sonra fark ettim, bir ansiklopedi gibiydi. Ve sahilde gezerken bulunmuş, birdenbire benimsenmiş bir çakıl taşı gibi. Sahip onu karşısına koyuyor ve asla sözünü kesmeyeceğini bilerek konuşmaya başlıyordu. O da beklendiği gibi geçici sahibinin sözünü kesmiyor ve dinliyordu. Yoongi'nin binlerce sahibi olmuştu şimdiye kadar ve hepsinin hikayesini kaydetmişti. Aslında konuşuyor, sohbet ediyor olsa, ne kadar bilge bir genç olduğunu da size anlatabilirdim.

Yüzünde konuşacağına dair bir ibre, belki derince alınan bir soluk ve konuşmak üzere açılan bir ağız, bir kıpırtı, gözlerinde bir parlama aradım. Ama yoktu. Söz kesmediği gibi, tepki de vermiyordu.

Gitmeden önce ona tekrar karşılaşacağımızı belirten bir bakış attım. Beni anladığını biliyordum. Ama yine de, yüzü dümdüzdü.

Nedense eve döndükten sonra, sabaha kadar dinlediğim her şarkıda onun melankolisini buldum.

Bir de fasulyelerini.

Bean ¨ namgiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin