Dışarıda yağmurun sesi ahenk ediyordu yalnızlığıma. Bir yandan üniversite sonucumu bekliyordum. Heyecanım yağmur damlaları gibi birbirine değmeden içime akıp gidiyordu. Sonuçta hayatımı belirleyecek bir sonuçtu. İnsanların kaderleri vardır, benim kaderimi de bu sonuç belirleyecekti. Annem sesleniyordu arkadan
-Azra açıklanmadı mı hala?
Anneme ayrı sinirlenmiştim, bu kadar stresin üzerine bir de onun sorularını cevaplıyordum. O da haklıydı tabi ki, 19 yıl emek verdiği evladının kaderini o da merak ediyordu. Benim kadar mı peki? Sanırım benden de fazla. Bende heyecan, onda hem heyecan hem merak vardı.
Değişim hayatıma hükmetmeye başlıyordu. Evimizde başlayan değişimin hiç durmayacağını o gün anlayamamıştım. Değişim demişken sahi değişim neydi? Ne kadar da uzak kalmıştım bu kelimeye. O zamanlar ruhuma çok iyi gelen değişimin beni yıpratacağını nerden bilebilirdim? Kimi insan değişimden korkar kimi korkmaz, ben korkanlardanım sanırım. Neden diye çok sordum kendime. Bulduğum cevap tatmin etmese de kendime göre bir cevabım vardı. İnsanın içinde koruma iç güdüsü geliştikçe var olanı değiştirmeye korkuyor: kimisi kalemini, kimisi kendini, kimisi...
Yavaşça bilgisayarı kapattım, evin içinde dört dönüyordum. Yağmurun dindiğini farkettim. Peki içimdeki heyecan dinmiş miydi? Hayır. Yeni rotamı bekliyordum. Artık bu limanın bana dar geldiğini yutkunuşlarımdan hissediyordum. 19 yıl demir attığım bu limanı, doğduğum yeri, doyduğum yeri bırakıp gitmek gerçekten çok zor olacaktı. Bir yandan da fırtınalara göğüs gerebilmem için bu limandan ayrılmam gerekiyordu.
Anadolu'nun şirin bir kentinde doğdum. Kendi yağında kavrulmak tabiri kesinlikle benim ve ailem için söylenmişti. Anne memur, baba memur geçinip gidiyorduk. 11 yıl geçen yalnızlık serüvenim kardeşimin doğmasıyla son bulmuştu. O zamanlar ilgi üstümden kayacak diye korkup yalnızlığım son bulmasın desem de şimdi iyi ki diyorum iyi ki kardeşim var. Ablam ya da abim olsun istemişimdir hep fakat bize nasip oldu o görev. Kalabalık ailem var diyemem, sayıca kalabalık olsak da herkes birbirinden bir haber. Amcalarımı senede bir defa ya görürüm ya görmem keza halalarım da öyle. Anne tarafımdan sadece bir dayım var oda başka şehirde yaşıyor. Anlayacağınız kalabalık gibi görünen çekirdek ailem var. Bir de ben varım benim içimde, kendimden bile bir haber olan. İşte bu bir haber olan ben yeni bir hayata başlamıştım üniversite sonucumla.
Annem seslendi diğer odadan:
-Azraaaa! Koş kız koş! Açıklanmış, koş!
Nutkum tutuldu. Elim ayağım boşaldı. Kendime geldiğimde annem bana "doktor kızım" diye sesleniyordu. Evet tıp kazanmıştım, ama neresiydi? Ankara mıydı, Kıbrıs mıydı diye geçirdim içimden. Ayağa kalktım. Açık olan bilgisayara doğru yöneldim. Kıbrıs'ı kazanmıştım. Sarıldım anneme. Ağladım, ağladım, ağladım...
Babamı aradım, tebrik etti. Aramız hep böyle resmiydi zaten, fazlasını beklemedim.
Bu ayrıntıdan bahsetmemiştim daha önce; annemle babam üniversite sonucumdan yaklaşık 1 yıl önce ayrılmışlardı. Bu ayrılık hem bana, hem kardeşime büyük bir imtihandı. Zamanında büyümeyi çok istemiştim ama bu ayrılık olaylarından dolayı hep kardeşimin yerinde olmak istedim, çocuk olup hiçbir şeyi tam anlamamak en iyisiydi bana göre. Öyle ya insanın çocukken en büyük derdi ya bir çikolata ya bir oyuncak oluyor. Kardeşim diğer çocuklara göre daha olgundu ama. Yaşananların getirisi mi yoksa kişilik mi bilemiyorum. Sanki her şeyi benim gibi anlıyordu oda. Bu ayrılık bütün aileyi sorgulamama sebep oluyordu. Zihin odamda bazen babamı, bazen annemi hatta bazen kardeşimi bile sorguladığım oluyordu. Laf benimki de küçük çocuğun sorgulanacak neyi vardı? Ondan önce kendimi sorguluyordum belki de. Neyse şimdilik bunları bir kenara bırakalım. Zira ileride yaşadıklarımın yanında bunlar hiç bile...
O gece nasıl uyudum hatırlamıyorum. Heyecan, mutluluk, merak, stres. İlk defa tüm duyguları aynı anda yaşamıştım. Kendime dahi tarif edemiyordum tam olarak ne hissettiğimi. Net değildi hiçbir şey. Nasıl gidecektim? Annem bir başına ne yapacaktı bu şehirde? Bütün sorular zihnimde dönüp dolaşıyordu. Bu sorularla cebelleşerek geçmişti o gecem...
Sabah kardeşimin öpücüğüyle güne başladım. O kadar iyi geldi ki o öpücük, tüm stresimi aldı götürdü adeta. Annem halen uyuyordu. Kardeşimle mutfağa koştuk, kahvaltı hazırlıklarına başladık. Markete gönderdim bizim ufaklığı. Evin en küçüğü olarak markete gitme görevi ondaydı. Aradan yarım saat geçti dönen olmadı. Bu defa net bir duygu vardı: iliklerime kadar telaşlıydım. Terliklerimi ayağıma nasıl geçirdim, o merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Meğer bizim ufaklık arkadaşlarıyla oyuna dalmış, kulağından tutup çıkardım yukarıya. Annemi uyandırdık beraber. O sabah yaptığım kahvaltı; hayatımda yaptığım en lezzetli kahvaltıydı.
Günler hızla geçiyordu. Kendimi geliştirmeye çalışıyordum bende aynı hızla. Doğu'da yaşamıştım. İmkanlar sınırlıydı haliyle; çok şükür maddi durumumuz iyiydi ama çevredeki olanaklar sınırlıydı. Az çok geliştirmeye çalışmıştım kendimi ama hep eksik kalmıştı. Bu eksikler ruhumda da vardır. Yaşadığım coğrafya gereği soğuk insanların ve samimi olmayan konuşmaların esiri olmuştum. Aşkı hiç tatmamıştım mesela. Aşık olmak yanlıştı yaşadığım topluma göre. Ama herkes bir şeye aşık değil miydi? Aşıktı elbette. Aşk insanın doğasında vardı. Mesela bir anne çocuğuna aşıktı, bir yazar kalemine, Azra da o'na aşık olacaktı...
Eylül'ün ilk günüydü. Ayna karşısına geçtim. Siyah saçlarıma, yeşil gözlerime baktım. Annemin de gözleri yeşildi. Yüzüm de gözlerim gibi çok benziyordu ona. Bir tek saçlarımız... Onun saçları sarıydı. Zihnimdeki, sarışınlar salak olur tezini çürüten ilk insandı o. Çok akıllı biriydi. Çok okur, çok araştırırdı. Hatta ben bile bazen onun okuduğu kitaplar arasında kaybolurdum. Babamda keza öyleydi. Demek ki bu ortak nokta onları evliliğe ortak etmeye yetmemişti. Dolaylı olarak evlilik kelimesini de çok sorguluyordum kendi içimde. Aşk yeterli miydi evlilik için? Yeterli değildi. Annemle babam bunun en büyük örneğiydi çünkü. Birbirlerine duyduğu aşk halen gözlerinden belli oluyordu. Onları anlayamıyordum, dedim ya daha önce hiç aşık olmamıştım...
Memlekette vaktim doldu, yolculuk zamanı geldi çattı. Göğsümde derin bir tedirginlik vardı. Sanırım o'nunla tanışacağımı o zamandan sezmiştim. Ve o günden bu güne hiç yakamı bırakmadı bu duygu... Uçağa ilk binişim değildi. Fakat babamla yalnız yaptığımız ilk uçak yolculuğuydu. Annem Leyla'yı, kardeşim Turan'ı geride bırakmıştım. Babam Faruk yanımdaydı. Ama elbet babam da gidecekti.
Kıbrıs'a ilk ayak basışımdı o gün: 4 ekim. Şimdi hatırlıyorum da ne kadar neşeliydim o zamanlar. Yeni bir başlangıcın neşesiydi sanırım, hatırlayamıyorum tam olarak o duyguyu. Zira neşeli olmayalı bir hayli zaman oldu... Ev tuttuk ertesi gün. Eşyalar aldık. İstediğim gibi döşedim evimi. En çok perdemi sevmiştim; bulut desenliydi, gökyüzünü hatırlatıyordu bana. L koltuk almıştık salonuma: desensizdi ayrıca krem rengiydi. Bir itirafta bulunayım, koltuğu babam seçmişti. Oda bu süreçte benimle beraber öğrencilik yıllarına dönmüştü. Benim kadar heyecanlıydı, ilk defa o kadar çocuksu görmüştüm onu.
1 hafta kaybettik eşya seçmekle, evi düzenlemekle. Değdi mi diye soracak olursanız, değdi elbette. Sadece bana ait ilk evdi orası.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ELİMİ TUT
Non-FictionBu sadece benim hikayem değil, o'nun da hikayesi. Ben yazarken kendi gözümden yazdım ama sen okurken o'nun gözünden de bak, bak ki onun okuyamadığı bu satırları onun adına sen oku. Yüreğimi kasıp kavuran, içimi bin parçaya bölen hikaye.