İğne...

197 14 5
                                    

Üç yüz yetmiş ikinci gün hazırdım. Saçımı ve sakalımı kestim. Budist bir rahip gibi olmuştum. Bir seneden fazla beklemiş ve izlemiştim. Kayadan ufak parça koparıp kayayı izliyor anlamaya çalışıyordum. Vaktimin geri kalanınıysa denize giriyor; balık avlıyor; iki kova deniz suyu alıp kayanın üzerine döküyordum. Bunu neden yaptığımı bilmesem de iyi hissettirdiği için her gün devam ettim.

    Çoğu zaman eksik malzemeyle çalıştığım, doğru malzemeyi bulmak böylesi küçük bir kasabada zaman alsa da boşa zaman harcamıyordum. Arada ihtiyarı gözlerim aradı; ona kayayı buldum ve yakında bu kasabadan gideceğimi söylemek istiyordum. Ama dediğim gibi onunla bir daha karşılaşamayacaktım.

    İki-üç defa bakıp bir çekiç darbesi vurup; belki de on defa kontrol yaparak devam ettim. Her seferinde kullandığım malzemeler küçüldü, zaten çok malzeme gerekmiyordu, sıfırdan bir şeyi ortaya çıkarmıyor aksine var olana şekil veriyordum. Geceleri de çalışmıyordum; karanlıkta ışıklar yanıltıcıdır, sabahın ilk ışıklarıyla başlayıp hava kararana kadar devam etmek yeterli oluyordu. İlk bir haftada kaba bir görünüş ortaya çıkmış, hayal ettiğimden daha kısa biri bile olabileceğini düşünüyordum.

    İlk hafta, yoğun çalıştığım o sabahlarsan birinde, karşı komşum Godzilla geldi. Barakanın üç metre gerisinde durup benim ne yaptığımı anlamaya çalıştı.

    Anlayamadı.

    Seslendi, duymamış gibi yaptım. Barakanın önünde küçük taşlar dururken ceviz büyüklüğünde bir taşı fırlatıp omuzuma isabet ettirmişti. Bu da şanstı, istediğine ulaşmanın etkisiyle iki elini beline koyup yanına gelmemi bekledi.

    “Nerede?”

    “Nerede olan ne?” Etrafıma bakıp neyi sorduğunu anlamaya çalıştım. Dünya yerli yerinde duruyor Godzilla ise karşımda yaşlı bedeninin eski bakışıyla dünyayı yok etmişim gibi bakıyordu.

    “İğne…”

    “İğne, mi?”

    “İğneler…”

    “Anlamıyorum… İğneler ne?”

    “Bütün iğneleri almışsın. Neredeler.”

    Almıştım evet, kasabanın ufak dükkanında tozlu rafında ne kadar iğnesi varsa almıştım. Dediğim gibi giderek kullandığım aletler küçülmüştü ve karşımda Godzilla ise bu güne kadar ihtiyacı olmadığı iğneleri soruyordu. Anlamamış gibi yapıp konuşmayı uzatmak yersiz olduğunu anlayınca; daha büyük bir taş atmasından korktuğum içinde, bir tane iğne verdim. Bence yeterliydi, zaten oda iğneyle dünyayı kurtaramazdı.

    Karşı komşum giderken burnundan soluyordu; Sevinmeli miydim iğneyi bana batırmadığı için bilemiyorum o an...

    Karşı komşum giderken bense annemin son kelimesini hatırladım. Tıpkı karşı komşumun o sabah geldiği havadaki berraklık, annemin öldüğü günkü havanın benzeriydi. ‘-Bak yağmur yağıyor,’ demişti annem. Oysa o sabah olduğu gibi yağmur yağmıyordu, gökyüzünde bulut bile yoktu. Gözlerindeki bulutlar hariç; annem yağmuru hiç sevmedi de, yağmurdan sonraki gökkuşağı hariç; ‘-git biraz oyna, sakın korkma ve yağmurdan sonraki gökkuşağını bekle, bir ödül seni bekliyor sonunda, demişti bense; -Bir dilim pasta mı? diye karşılık vermiştim.”

    Saçma sapan sarı yağmurluk, siyah botlarım ve pasta hayaliyle yağmursuz bir havada sızlanarak bekledim. Bir süre sonra annemin beni izlediğini fark ettim yüzünde kırgın gülümsemeyle gökyüzünü parmağıyla işaret ettiğini gördüm. Tıpkı karşı komşum Godzilla’nın giderken bir anlığına parmağı ile işaret ettiği gibi ve aniden yağmur başlamıştı.

    Sol kolumda karşı komşumun attığı taşın acısı ile irkilip kendime geldiğimde yeteri kadar ıslandığımı fark ettim. Kayayı çıkarıp yağmur altında biraz daha çalıştım.

    İkinci hafta, kayanın içinde heykelin keskin hatlar ortaya çıkmıştı.

    Üçüncü hafta artık bir kaya değildi. Bir heykeldi, kısa boylu da değil bir dizini yerde diz çökmüş durduğu fark ettim.

    Dördüncü hafta yüzü hariç ortadaydı. İki elini bir şeye uzatmış, bir dizini yerde diğer dizi sağlam durması için destekli duruyordu. Bakışları ise ellerinin uzanmayı istediği yöne bakıyordu. Yüzü ise ortaya çıkaramadığım tek tarafıydı; gür saçları ensesini örtecek kadar belirgin, üzerindeki kıyafeti esintiye maruz kalmışçasına ufak dalgalı, kıyafetinin yama benzeri dikiş izleri…

    Beşinci hafta çalışma yapacağım bölümü iğneler ile işaretledim. Boyun ve yüzünü. Ama elimi heykelin yüzüne yanaştırdığımda manyetik bir kuvvet elimi itmeye başlamıştı. İlk seferde elimde bulunan çivinin sebep olduğunu sandım.  Çıplak el ile denemem başarısız sonuçlanınca sorunun ellerim olduğunu fark ettim. Doğrusunu isterseniz hazır olmadığım kanısıydı. Bunun üç sebebi vardı ilki (manyetik çekim ise; üç kuvvet değiştirir, ısı, hızlı bir darbe yani kuvvet ve maddenin çekirdeğini oluşturan proton ve nötron değişimleri yani füzyon,) ısıyı ve kuvveti denediğimde başarısız sonuçlar aldım. Kuvvet uyguladığımda heykelin boyun kısmından bir parça kopmuştu. Bir daha olmaması için o taş parçasını sakladım; üçüncü yol ise atom yapısını değiştirmek; füzyon, emin olun bunu yapmam imkansızdı. Yine de eğer biri denerse diye bir tavsiye, dünyanın güneş sistemindeki konumunu baz alın… Not; etkiye ulaşamayınca tepkimeler değişir, tepkimeler değiştiğinde anlam bozulur, anlam karmaşası seni ya tanrıya götürür (ya da)...

    İkinci caydıran etken ise Godzilla’nın bir elinde bir tas su diğer elinde yumruk büyüklüğünde bir taş ile yanı başımda belirmesiydi. Acaba hangisi kötü, deniz suyu mu, taş mı? İkisi de kötü ve son aldığı iğneyide unutmamak lazım. Ben o an içimdekilerle savaşırken o gizlediği bıçağı kalbime saplar gibi bir kelime sarf etti.

    “O öldü,” bıçak göğsümden omurgama ulaşmış kımıldayamaz olmuştum.

    “Nasıl öldü, kim?”

    Ruhsuz bir el sallayış ihtiyar adamdan bahsettiğini anlamıştım. İşte bu üçüncü etkendi. Bu kasabada kalmam üç yıla yakın, gitme kararım Godzilla’nın kapıma koyduğu bir kasa kâğıtlarla oldu.

    Notun devamı, eğer tanrıya ulaşamıyorsan onun gizemli yolları var; (ya da) seni kendine sürükler...

Kırık İnci (ASKI'ya ALINDI) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin