Bazen insanın yüreği çok acır. Aslında Gitmek ister. Bulunduğu yerden ayrılıp, yaşadıklarını unutmak… Gözyaşlarını bırakmak, aynı zamanda da boğazındaki acıyı bastırmak ister. Ama yapamaz. Sadece susar. Susar ve mutlu görünmeye çalışır. Hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam eder ama içinde yaşamış olduğu acı hala saklıdır. Böyle durumlarda sadece iki şey yapılabilir; gözyaşlarına yenik düşmek veya unutmak. Fakat insanlar istese de unutamazlar. Her zaman beyninin bir yerlerinde sıkışır kalır unutmak istediği şey. O şey ne kadar unutulmaya çalışılırsa bir o kadar da hatırlanır. İşte bu ve bunun gibi zamanlarda hissizlik her şeyden daha iyidir. Fakat öyle bir şey olur ki her şey unutulur. Ne gözyaşı ne de boğazdaki yumru kalır. İşte o şey hayatın getirdiği bazı armağanlardandır. Tabii ki bu armağan her şey gibi gidicidir. Mutlu eder. Aslında buna hayatın armağanı değil arkadaşların zor durumlarda yardımı denilebilir. Arkadaşlar sizleri zor zamanlarda avuturlar. Bazen sizi bıktırsalar da insan bir şey yapamaz. Sonuçta arkadaştır bu. Ne kadar bazı yönlerine kızsan bile…
Deniz adeta mavimsi düz bir tabaka gibiydi. Hiç dalga, yosun, denizanası gibi iğrendirici şeyler yoktu. Harikaydı. Tabii ara sıra görünen balıkları saymazsak… Ne yapalım. Erikliydi burası. Böyle temiz fakat fazlasıyla tuzlu olurdu denizi. Fakat bu sonsuz mavilikti. Yüzemesemde severdim. Bence deniz, içinde bambaşka bir hayat barındıran bir su kütlesidir. Aslında bir su kütlesinden öte. En iyisi denize aşık olmaktı. Deniz bazen engin, kızgın, köpürmüş dalgalara sahipti. Dalgalarının nefretinin sesini duyunca deprem mi oluyor diye şaşırırdım. Bazen ise bu engin deniz durgunlaşır. Huzur verici dalgaların kumsala çarpma sesi gelirdi kulağa. Bu ses mayıştırıcı ve güven vericidir benim için. Güneş ışıklarının denize vurması bütün yorgunluğumu alırdı. İşte asıl sonsuzluk buydu. Sonsuz mavilik... Hafifçe burnuma gelen tuzun kokusu beni rahatlatıyordu. Zaten tuz olmasaydı deniz, deniz olmazdı. Deniz demişken, deniz bana ''deniz'' kelimesi her zaman Dondurmasından tut,şort giyinmesine, kararmayan havasından tut,serin gecelerine, baştan aşşağı aşığım yaza ben.
Rüzgâr kumu da içine alıp tenimi haşlarken kitabımı çantamdan alıp okumaya başlamıştım. Gerçekten sürükleyici bir kitaptı. Düşmüş melekler, nefiller… Açıkçası böyle kitaplar okumazdım ama gerçekten çok iyi bir kitaptı. Becca Fitzpatrick'in kaleminden çıkan bu aşk gerçekten çok büyüleyici, sürükleyici ve etkileyiciydi. Erikli’ye gelmeyi gelenek haline getirmiştik. Fakat bugün buraya gelmemizin sebebi farklıydı. Bir hafta önce Mert’ten ayrılmıştım. Yani o benden ayrılmıştı. Her neyse. O gün pastaneye gittiğimde Ayça’yı görmüştüm ve olanları anlatmıştım. O da kızlarla konuşup buraya gelmemizi önermişti. Yani bir nevi Mert'i unutturma çabasıydı. Buraya gelmek istememiştim aslında. Fakat onları kıramazdım ki! Onlarla gerçekten çok samimiydik.
‘’Buse biz denize giriyoruz. Sende gelsene’’ Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne doğru baktığımda önüne düşen saçlarının arasından samimi bir şekilde gülümseyen Melodi’yi fark ettim. Ben de samimi bir şekilde gülümsemeye çalışarak ‘’Yok almayayım. Siz girin. Ben biraz daha güneşleneceğim’’ dedim. Kahverengi-turuncu renklerindeki bikinim ile tenim gerçekten çok iyi uyuyordu. Yazdan bu yana iyice saç rengim açılmış ve ten rengim koyulaşmıştı. Fakat biraz daha yanmanın kime zararı vardı ki? Aslında biraz denizden korkardım. Çok iyi yüzerdim. Fakat korku işte. Bir türlü giremiyordum. Girsem bile boyumun geçtiği yerlerde yüzemiyordum. Bu yüzden havuzları tercih ederdim.
Daha onlar gideli birkaç dakika olmuştu ama ben burada öğle güneşinin etkisi ile kendi terimde boğulmak üzereydim. Bizimkiler de o kadar uzakta yüzmüyorlardı. Belki onlara yetişebilirdim. Burda kendi terimden boğulmaktansa serin, soğuk mavi sularda boğulmayı tercih ederdim. Hem serin hem de mavi...