GİRİŞ

148 3 2
                                    

Ufukta dev bir kan dalgası oluşmaktaydı. Gittikçe büyüyen bu kıpkırmızı dalganın tepe noktasından alevler fışkırıyordu. Yaklaştığı uçsuz bucaksız alanda yaklaşık üç bin vampir vardı; bu vampirlerin yüzü dalgaya dönüktü. Arkalarında, onlardan farklı bir noktada ise ben duruyordum. Dalga geldiğinde kavmimin yanında olmak istediğimden ileriye doğru gitmeye çabalıyor, ama görünmez bir güç tarafından engelleniyordum.

Ben sessizce haykırarak burada sesim bir işe yaramıyordu ilerlemeye çabalarken, dalga da giderek yaklaşıyordu. Vampirler birbirlerine sokuluyorlar, dehşete kapılmış olsalar da, ölümü şanlarına yakışır bir asaletle bekliyorlardı. İçlerinden bazıları, sanki karşı koyabileceklermiş gibi, mızraklarını ve kılıçlarını dalgaya doğru uzatmışlardı.

İyice yaklaşmıştı şimdi. Yaklaşık yarım kilometre yüksekliğinde, tüm ufku kaplayan, çatırdayan alevlerden ve fokur fokur kaynayan kandan oluşan bir cehennem duvarıydı bu. Ay’ı perdelemiş, alana kızıl bir karanlık çökmesine sebep olmuştu.

En öndeki vampirlere ulaşmış; onları ezerek, yakarak ya da boğarak öldürmeye, bedenlerini kâğıt parçalarıymışçasına dört bir yana savurmaya başlamıştı. Onların, ait olduğum kavmin insanlarının yanına gitmeye çabalıyor, kan kardeşlerimle birlikte ölebilmek için vampir tanrılarına yakarıyordum. Ama ne yazık ki önümdeki görünmez engeli bir türlü aşamıyordum.

Giderek daha fazla vampir bu acımasız ateş ve kan dalgası altında kayboluyordu. Gözlerimin önünde bin hayat sönüyor… bin beş yüz savaştı yok oluyor… iki bin ruh Cennet’e yükseliyor… iki bin beş yüz ağızdan ölüm çığlıkları yükseliyor… üç bin ceset bu alev denizinde batıp çıkıyordu.

Sadece ben kalmıştım şimdi. Sesimin geri geldiğini fark edince, acı bir çığlıkla dizlerimin üzerine çöktüm ve nefret dolu gözlerle dalganın zirvesine baktım.

Alevler içindeki kan duvarının içinde yüzler görüyordum; dostlarımın tanıdık yüzleriydi bunlar. Sanki dalga bana bu yüzleri bilerek gösteriyor, bana daha fazla ızdırap vermeye çalışıyordu.

O sırada dalgadan daha yüksek bir noktada bir şeyin havada asılı durduğunu gördüm… Efsanelere ait olsa da, o an gerçeğin ta kendisiydi bu yaratık. Uzun, parıldayan, derisi pullarla kaplı, dehşet verici güzelliğe sahip bir ejderhaydı bu.

Üzerinde ise bir insan vardı. Karanlık saçan bir figürdü. Bedeni gölgelerden meydana gelmiş gibiydi.

Gölge adam beni gördüğünde kötülük dolu, alaycı bir kahkaha attı. Sonrasındaysa ejderhaya alçalmasını emretti ve onu aramızda sadece birkaç metre kalacak şekilde yaklaştırdı. Bu mesafeden, ejderha üzerindeki adamın yüz hatlarını seçebiliyordum. Suratı, birbirleriyle dans eden karanlık parçalarından oluşuyordu sanki. Ama gözlerimi kısıp baktığımda onu tanıdım: Steve Leopard’dı bu.

“Gölgelerin Hükümdan’nın gazabından kimse kurtulamayacak!” diye bağıran Steve, arkamda bir noktayı işaret etti. “Bu Dünya artık bana ait.”

Arkama döndüğümde, cansız bedenlerle dolu bir çöl gördüm. Cesetlerin üzerinde dev kara kurbağaları, tıslayan siyah panterler, bir zamanlar insan olan grotesk mutantlar ve daha pek çok korkunç yaratık geziniyordu. Ta uzaklarda şehirler yanıyor, tepelerinde mantar şeklinde gri dumanlar asılı duruyordu.

Yeniden Steve’e dönüp var gücümle bağırdım: “Buraya gel ve karşıma çık! Dövüş benimle!”
Steve bu çağrıma gülmekle yetindi ve alev dalgasına doğru elini salladı. Bir an süren dingin bir sessizlikten sonra, dalga üzerime kapandı. Nefes alamadan, yüzüm yanarak ölülerin arasında sürüklenmeye başladım.

Fakat beni en fazla dehşete düşüren şey, sonsuz karanlık tarafından yutulup ölmeden önce Gölgelerin Hükümdarı’na son bir kez baktığımda gördüğüm şeydi. Ejderhanın sırtındaki kişi Steve değildi… Bendim.

DARREN SHAN - Gölgelerin HükümdarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin